27 Mart 2009
Kürt meselesinde en sık kullandığımız tanımlamalarda biri de ‘yeni bir dönem ya da kritik bir süreç’ oluyor. Bu sözcüklere bazen negatif, bazen pozitif anlam yüklüyoruz.
Son günlerde yaşanan iki ayrı gelişme, benzer tanımlamalar yapılmasına yol açtı. Bunlardan biri, Ergenekon soruşturması kapsamında, JİTEM’ci Arif Doğan, Levent Ersöz, ve Cemal Temizöz gibi bazı isimlerin tutuklanması oldu. Diğeri ise, Erbil’de yapılacak Kürt Konferansı oldu.
JİTEM’cilerin tutuklanması, bölgedeki faili meçhul cinayetlerin bir kısmının aydınlanması, Türkiye’nin savaş gerçeğiyle yüzleşmesi için fırsattır. Bu tutuklamaların sonunun da Şemdinli, Yüksekova davalarına benzeyeceğine ilişkin kaygılar hala çok güçlü. Daha açıkçası, JİTEM çalışmasını açığa çıkacak güçlü siyasal iradenin olmaması bu kaygılara yol açıyor.
Benzer bir biçimde, Kürt Konferansı tartışmalarında da bu tanımlamalar kullanılıyor. Irak ve Türkiye Cumhurbaşkanlarının, desteksiz çıkışları böylesi suni bir havanın oluşmasına neden oldu. Ancak, bu cephede yeni döneme ilişkin hangi bir done mevcut değil. Kürt hareketinin ise, konferansa ilişkin belirleme ve önerileri bu tanımlamaya daha uygun düşüyor. Konferansın, Kürt sorununun ve bir dizi bölge sorununun, demokratik çözümüne hizmet edebilmesi için, öncelikle bu konularda mevcut siyasetlerin terk edilmesi gerektiğini belirtiyor.
Konferansı ‘PKK’nin silahsızlandırılmasına’ indirgemeye çalışanların ise yeni süreçlerinin tek bir anlamı olabilir; yıllardır, silah zoruyla tasfiye etmeye çalıştıkları gücü, bu kez manüple edilmiş ‘Kürtlerin’ siyasal tutumuyla tasfiye etmeye çalışmaktır.
Celal Talabani, ‘PKK ya silahları bıraksın ya da Irak’ı terk etsin’ diye ilk kez konuşmuyor. Geçmişte çok daha fazla güçlü olduğu dönemlerde de, benzer sözler sarf etti, ama bir sonuç oluşmadı. Kaldı ki, konferansın kaderini belirleyecek olan da Irak Cumhurbaşkanı değil. Talabani, ABD ve Türkiye’nin bastırmasıyla kendi rolünü oynuyor. Açıkçası ciddiye alınacak bir tarafı yok.
Türkiye ise, sorunu asayiş sorununa indirgeyen bakışından sıyrılmış ve Kürt hareketini tasfiye etme politikasını terk etmiş değil. Bu nedenle, ABD’nin yönlendirmesiyle ve itelemesiyle Kürt hareketinin tasfiyesi amaçlı, geçmiştekine benzer işbirliği deneniyor. Eskinin tekrar edildiğini gösteren en önemli örneği Cumhurbaşkanı’nın, Kürdistan sözcüğünü kullanmasıyla ilgili tartışmalarda gördük. Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller’in, Mesut Yılmaz’ın, Recep Tayyib Erdoğan’ın Diyarbakır’da söylediklerini Ankara’da unutmaları gibi, Kürdistan kelimesini kullandığını Anakara’da unuttu. Yeni bir Türkiye klasiği daha yaşandı. Uçakta doğruyu söyledi, Ankara’da şaşırdı. Bu davranış, hala büyük oranda eski halin devam ettiğini gösteriyor. Ama Kürdistan sözü bir kez söylendi, daha önceki ‘Kürt realitesini tanımak gerek’ sözünün söylenmesi gibi, korkaraktan da olsa, geri dönülmesi zor bir yola sapıldı.
Ayrıca, Mesut Barzani, Talabani’nin tanımladığı gibi bir konferansın toplanmasının bölgedeki bütün Kürt dinamiklerin tasfiyesine yol açacak kadar tehlikeli bir oyun olduğu görecek kadar kurt ve çetin bir siyasetçidir. Mustafa Barzani’nin çırağı olarak manevra yapma kabiliyeti oldukça gelişkindir. Uzun vadede, Barzani’nin sonunun da başlangıcı olacak bir konferansa izin vermeyeceği verdiği demeçlerden anlaşılıyor.
Bu nedenle kimi medya mensuplarının heyecanına kapılmamak gerek. Türkiye’nin yapması gereken ve zorunda olduğu, kendi politikalarıyla yüzleşmeyi göze almasıdır. Eski politikayla yeni olamaz. Gerisi teferruattır. Çünkü Kürtlerin mücadelesi bunu dayatıyor. 30 Mart sabahı bölgeden duyacağımız haberler bunu gösterecek.