Türkiye’nin temel sorunu Kemalist vesayettir!

Araştırmacı yazar Hakan Tahmaz ile Erdoğan-Zana görüşmesi, Avni Özgürel’in Karayılan röportajı, Oslo süreci ve Kürt Sorunu üzerine kapsamlı bir röportaj gerçekleştirdik.

13 Temmuz 2012 Cuma

TİMETÜRK / Umut İslam Ayar

Türkiye’de uzun yıllardan bu yana tartıştığımız meselelerden biri Kürt Sorunu. Çözüme dair atılan adımlar bu makus tarihi değiştirmesi açısından çok önemli ve değerlidir! Yalnız ne zaman böyle bir sürece gelinse Ülkenin üzerine karabasan gibi çözen Milliyetçilik ile dağlanmış milli devlet aklı ve bu akla  paralel bir sürece doğru evrilen PKK’nın, şiddet yöntemlerini benimseyen ve Kürt sorununu kendi temsil tekelinde tutmaya özen gösteren aşırı otoriter ve egemen milliyetçi dili engelleyici oluyor. 

“Derin devlet” ve PKK ikilisinin oluşturduğu şiddet sarmalından kurtulabilmek, bu ikilinin toplumun bütününü sürüklediği ölümcül karşılıklığı etkisiz kılmak konusunda Kürtlerin adına konuşanların omzuna herkesin sırtındaki yükten çok daha ağır bir yük biniyor. İyi niyetleri içinde bu kapandan kurtulmak isteyenlerin sırtındaki bu ağır yükün altında ezilmemeleri için ellerinden tutma gerekliliği vardır.

İşte bu kaygıdan hareketle Kürt Sorunu üzerinde çalışmaları olan şuan Türkiye Barış Meclisi yöneticiliğini yapan Hakan Tahmaz ile  Zana’nın “Kürt Sorununu Erdoğan çözer” yaklaşımını , Avni Özgürel’in Karayılan Röportajını ve Oslo Sürecini konuştuk.

İşte o röportaj ;

Türkiye’nin temel sorununu, 80 küsur yıl önce kurulan Kemalist Cumhuriyet Rejimde topluma zorla giydirilmek istenen elbisenin topluma uymamasıdır.

Abdullah Öcalan’ın bilgisiyle mi, yaptı bilemem. Bu, istihbarat elemanlarının bilebileceği bir şey. Benim bildiğim Leyla Zana, Öcalan’a rağmen bir harekete girişmez.

Aynı toplumda yaşayan insanların birbirinden beklentileri azalıyor. Toplumda hemen, hemen her konuda derin bir algı farklılaşması oluştu.

Oslo’da masaya oturan devlet/hükümet tarafı, çözüm için demokratik bir yol haritasına sahip olmaması süreci kesintiye uğrattı.
Ben Kandil’e 2009 büyük askeri operasyonundan dört ay sonra gitmiştim. Askeri operasyonlar karşısında kendilerini başarılı buluyorlardı.

AK Parti hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği bir siyasal figürden, beklemediği siyasal tavırla karşıya geldi.


HAKAN TAHMAZ KİMDİR?

12 Eylül sonrasında cezaevi yaşamından sonra Kurtuluş Sosyalist Dergisinde çalıştı. Daha sonra Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük Dayanışma Partisinin kuruluş çalışmalarında ve yönetimlerinde yer aldı. Irak’ın işgali döneminde Savaşa Hayır Koordinasyonun ve Küresel BAK’ın kurucu ve yöneticilerinde, Eski Günlük Gazetesi köşe yazarı ve BirGün Gazetesi çalışanı ayrıca değişik dergilerde ve gazetede makaleleri yayınlandı. Uludere’den Ankara’ya Kürt Sorunu ve Kürt Sorunu’nda Çözüm Önerileri isimli iki kitabı bulunuyor. Halen Türkiye Barış Meclisi yöneticisi.

Umut İslam Ayar – Türkiye’de Kürt sorununda başımızı tosladığımız vahim çözümsüzlük duvarının baş mimarı elbette egemen milliyetçiliktir. 

Bu milliyetçiliği yeri geldiğinde besleyen ve ihtiyaç hâsıl olduğunda ondan beslenen “devlet aklı” toplumun hemen her kesiminde bir travmaya neden oldu. Nitekim yıllardır tartıştığımız meselelerden olan Kürt Sorunu bunun en belirgin kanıtıdır. Doksanlı yıllardan günümüze kadar yaşanan gelişmelere şöyle bir baktığımızda çözüm için atılan adımların kendini tekrar eden ritüellerden ibaret olduğu gerçeği önümüze çıkıyor.

Tüm bunları ele alırsak eğer bize bir değerlendirme yapabiliri misiniz? Sizce Türkiye’nin esas sorunu nedir?

Hakan Tahmaz- Türkiye’nin temel sorununu, 80 küsur yıl önce kurulan Kemalist Cumhuriyet Rejimde topluma zorla giydirilmek istenen elbisenin topluma uymamasıdır. Sürekli dikişler patladı. Artık cumhuriyetin “sözde vatandaş”larının mücadeleleri değişimi dayatıyor. Ama devlet bunu kabul edip içselleştiremiyor ve korku üzerine kurulmuş cumhuriyet, gelecek yeni rejimden korkuyor. Devlet aklı da değişimin zorunluluğunu fark etmiş durumda.

Bugün AK Parti eliyle Kürtlerin varlığının inkârı bitti; ama Kürtlerin haklarının neler olduğu

ve bu hakların nasıl kullanılacağısorunu ortaya çıktı. Örnek kendi kendilerini yönetme haklarının varlığı tartışmalı ve hala büyük gerilim konusudur. Ama anadil hakkı kabul görüyor, lakin kullanımı ve öğreniminin sınırları ve biçimi tartışmalı. Evde, pazarda anadilde konuşmak serbest, kamu alanında yasak sürüyor. Ana sütü helal olan anadil, daha yeni seçmeli dersler kapsamına alındı. Bu durumlar gerilim, çatışma konusu olmaya devam ediyor ve çözümü zorlaştırmaktadır. Yani Kürt sorununda inkâr bitti, ama çözüm sürecinde idrak problemi ile karşı karşıyayız.

Kürt sorununun, bu ülkede yaşayan bütün insanlarının evrensel eşit vatandaşlık haklarının tanınması sorunu olduğu kabul etmeyen ve buna rıza göstermeyen devlet, demokratik çözüme direnç gösteriyor. Bu direnç gücünü kurucu ideolojinin milliyetçi tonunda alıyor. Bu çözümsüzlük siyaseti, sorunun küresel, bölgesel boyut kazanmasına zemin sundu. Çözümü daha da çetrefilleşti.

Bu temel problemin yanı sıra devletin bazı “sorun çözme alışkanlıklarında” ısrar edilmesi de çözüm sürecini zora sokuyor. Bunların başında sorunları çözer gibi yaparak sürüncemede bırakma siyaset tarzı. Tandoğanızm olarak adlandırılabilinecek “memlekete komünizm gerekse biz getiririz” anlayışları geliyor. Bu Kürt sorunu çözülecekse en iyi çözümü “biz biliriz, biz yaparız” anlayışıyla hareket etmeyi ve sorunu muhatapsız çözme, sorun sahiplerinin ne istediklerine karar vermeyi getiriyor.

Muhatapsız çözme girişimleri ya da daha doğru adlandırmayla çözümsüzlük siyaseti ve çatışmalarının kalıcılaşması toplumda bıkkınlığa ve yorgunluğa yol açtı. Bu toplumun farklı kesimleri arasında kamplaşmayı, zihinsel ve ruhsal kopuşu derinleştiriyor.

Aynı toplumda yaşayan insanların birbirinden beklentileri azalıyor. Toplumda hemen, hemen her konuda derin bir algı farklılaşması oluştu. Farlılıklarımızla bir arada yaşamanın zeminlerini yaratmak ve güçlendirmemiz gerekirken farklı kesimlerde “içe kapanma” hali baş gösterdi. Bu, derin acılar ve hak ihlalleri karşısında, suskunluğa ve donukluğa yol açıyor. Son bir yıldır bütün bu aktardıklarımızda gözle görülür bir artış var. Aynı zamanda 1990’lı yıllarında yaşadığımızdan farklı “yeni savaş” söz konusu. Bu yeni savaşın yol açtığı toplumsal travmanın çok daha sarsıcı olma olasılığı bizi kaygılandırmalıdır. Çünkü bunun bedeli çok ağır olabilir.

Bu problemin çözümü, her kesimden insanımızın, siyasal, ideolojik görüşü, cinsiyeti, dili, dini sosyal konumu ne olursa olsun her birimizin, eşit yurttaş olmayı kabul edip etmemesine ve buna paralel irade göstermesine doğrudan bağlıdır. Bu nedenle sorunun birincil derece muhatabı ülkede yaşayan yurttaşlar, sivil toplum örgütleri ve yurttaş girişimlerinin mensuplarıdır. Çözüm, toplumun çoğunluğunun bu konudaki siyasal tercihlerini değiştirmesinden ve kendi ayrıcalıklı durumunu terk etme isteği ve iradesini göstermesinden geçiyor. Kabuk bağlamaz olan yaralarımızın sızısını dindirecek olan da analarımızın evlat acısına son verecek olan da budur. Muktedirlerin lütfü değil.

-Geçtiğimiz günlerde Leyla Zana’nın ‘Kürt sorununu Erdoğan çözer ‘ açıklaması kamuoyunda baya bir tartışıldı! Bu bağlamda BDP ve Karayılan’ın açıklamaları Zana’yı yalnız bıraktılar yorumunu da beraberinde getirmişti. Zana neden böyle bir açıklama yapma gereği duydu? Siz bir yazınızda Zana ile Öcalan arasında ki sıkı ilişkiye dikkat çekerek bu açıklamanın başına buyruk bir açıklama olmadığını önemli bir adım olduğunu fakat anlaşılmadığını belirtmiştiniz. Sizce neden anlaşılmadı?

Leyla Zana, kim ne derse dersin kendi rolünü oynamaya devam ediyor. Brüksel’de de Başbakanlıkta yaptığı konuşmaya paralel bir konuşma yaptı. Sanırım o konuşmayı duyan veya okuyan taraflarının süngüsü biraz daha düştü. Zana, yanan ateşi söndürmenin zamanın geldiğini, bu fırsatın da kaçırılması durumunda her şeyin çok zor olacağı düşündüğü için bu çıkışı yaptığını düşünüyorum.

Abdullah Öcalan’ın bilgisiyle mi, yaptı bilemem. Bu, istihbarat elemanlarının bilebileceği bir şey. Benim bildiğim Leyla Zana, Öcalan’a rağmen bir harekete girişmez. Bu onun uydusu olduğu anlamına gelmiyor. Bu, çoğu Kürt siyasetçiden daha fazla ulusalcı olmasından kaynaklanıyor. Kürt siyaseti içersinde hep farklı duruşuyla yer aldı.

Kürt siyasal hareketinin sol tandanslı ama esasından bir ulusal hareket olduğunu göz ardı edenlerin, Zana’yı anlamadığını veya ve anlamak istenmediğini düşünüyorum. Ezber bozmak zor bir şeydir. Zana, ezber bozdu. Doğru bir zamanlama olduğundan ise çok emin değilim. Çünkü ortada çözüm iradesi yok.

AK Parti hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği bir siyasal figürden, beklemediği siyasal tavırla karşıya geldi. Başbakan 6 yıldır randevu vermediği Zana’nın kendi rahatlatan bir çıkışı ile karşılaşmanın şaşkınlığı ile Kürt siyasal hareketini bölme gibi küçük hesaplara girdi. Farkında olmadan kendi kalesine gol attı. Bunda kendine fazla güvenmenin payı da yok değil.

Bu çıkış Kürt siyasal çevresinde ise bir ölçüde panik yarattı. Ama tartışmanın derinleşmesine engellediler. BDP Eş Genel Başkanı Gülten Kışanak’ın Çarşamba akşamı katıldı bir televizyon programında “Leyla Zana’nın samimi olduğuna inanıyorum. Gizli işlerin içinde olacak birisi değil” değerlendirmesi bazı tartışmacıların, gereksiz yere kendilerine rol biçtiklerini ve heyecanlandıkları ortaya koydu.

Bölge Kürtlerinde içe kapanma eğilimin güçlendiği bir aşamada hareketin parçalanması beklentisi, Kürt sosyal gerçekliğiyle örtüşmez. Kürtler değişti. Bu onlarının gündelik davranışlarını ve siyasal tavır alışlarını etkiliyor. Kürt’tü, Kürt’e kırdırma dönemi geride kaldı. Türkiye bunu görmelidir. Uludere katliamından sonraki gelişmeleri bir de bu gözle değerlendirme becerisi gösterilirse bugünün Kürt gerçeği daha iyi kavranır. Leyla Zana da doğru anlaşılır.

-Oslo görüşmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreç neden tıkandı? Sizce tekrar başlar mı?

Oslo görüşmelerini, benzer sorunlar yaşamış ülkelerin yürüdükleri olağan yoldan yürüme denemesi olarak görüyorum. Başarısızlığı da olağan görüyorum. Çünkü bu tür girişimler bir çırpıda, bir atımlık barutla hiçbir yerde çözülmedi, bizde ise hiç çözülemez. Çünkü bizim sorunumuz daha karmaşık, farklı boyutları bulunan çok aktörlü bir sorun. Bu nedenle kesintiye uğraması canımızı sıkabilir ama gözümüz korkutmamalıdır. Türkiye çözüm sürecine girdi, bunun sancılarını yaşıyor. Sancılar, çok fazla el yordamıyla yürümeye çalışılmasından kaynaklanıyor.

Oslo’da masaya oturan devlet/hükümet tarafı, çözüm için demokratik bir yol haritasına sahip olmaması süreci kesintiye uğrattı. Bunlardan biri çözümün temel aktörü olan Abdullah Öcalan’ın durumunda, devletin bir değişikliği düşünmemesi, diğeri müzakere masasında güce dayanan çözümü esas almasıdır. Bu yaklaşım PKK ve Öcalan tarafından tasfiye ve zorla silahsızlandırma çabası olarak okundu. Öcalan, kendi durumunda bir netleşme sağlanmadan süreçte rol üstlenmez bir noktaya çekildi. Bugünkü tıkanıklık esas buradan kaynaklanıyor.

Hükümet, Öcalan’ın PKK’ya silahları teslim ettireceğini düşündü. Öcalan bunun kendi sonu olduğunu gördü ve geri çekildi. Hükümet, Kürt sorununun çözümü sürecinde Öcalan’ı değerlendirmek yerine, Öcalan’dan güvenlik politikaları ekseninde yararlanmaya çalıştı. Genişletilerek sürdürülen KCK operasyonları kaygıları güçlendirdi. Hem siyasi, askeri operasyonlar, hem devrimci halk savaşı hazırlıkları hem de Oslo süreci gibi müzakere süreçleri, hiçbir ülkeden birlikte ve aynı zaman dilimi içinde sürdürülemez. Dünya deneyleri bize öğretiyor ki, barış ve çözüme odaklanmayan müzakereler, çözümsüzlüğü derinleştiriyor, bir arada yaşamın olanaklarını törpülüyor. Bizde de böyle oldu. Güvensizlik derinleşti.

-Karayılan, Avni Özgürel röportajında barış sürecinin tıkanmasını “Silvan’ın bize de, sürece de büyük zararı oldu” diye açıklıyor. Sizce neden böyle bir açıklamada bulundu? Silvan’ın bir provokasyon olduğunu mu düşünüyor?

Silvan’ın ciddi bir provokasyon oldu çok açık. Tartışma, bu provokasyonu yapanın kimin olduğu üzerinde sürüyor. Her halde daha uzun süre bu tartışılacak. Silvan olayları Oslo sürecine nokta koyan bir vahim olay olmasının ötesinde Oslo’da masada bulunan taraflarla sınırlı olmayan sonuçlar üretti. Hiç kuşkusuz PKK’da bundan büyük ölçüde etkilendi. Karayılan’ın Avni Özgürel’e aktardıklarından anladığım, PKK de, barışın gelişmekte olduğu kanaatine vararak planlar yapmış bu plan bozulmuş.
PKK, Silvan’da askeri operasyon yapılan bölgede gerillanın olduğunu bilen yetkililerin bilinçli bir biçimde askeri oraya sevk ettiğini iddia ediyor. Neşe Düzel’in iki hafta önce Taraf Gazetesi’nde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile yaptığı söyleşideki “ askerin orada ne işi vardı” sözü de bu anlamda kullanılmış bir sözdür. Nitekim Avni Beyin açıklamalarında sonra Karayılan bu iddiasını Fırat Haber Ajansında yenilemiştir.

Bu açıklamalardan PKK’nın ya da BDP’nin provokasyon diye tanımladığı bu durum olduğunu anlıyorum. Yoksa PKK içinden bir provokasyondan söz etmiyorlar. Dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir detayda operasyonlarda yer alan askerin de soruşturma savcılarına bunu destekleyen anlatımlarının varlığıdır.

Bu olayın bize gösterdiği, bir taraftan Oslo sürecini geliştirmek, diğer taraftan askeri, siyasi operasyonları ve eylemlere devam etmek masanın her an devrilmesine yol açacak oluşudur. Masa başında buluşanlar, dillerinde ve siyasetlerinde buna paralel bir süreç geliştirmeden barışın inşasının çok zor ve ağır bedelleri olacaktır. Bizde bu oldu. Çok açıkça ifade edeyim tarafların sürecin ruhuna uygun bir davranış göstermemelerinin bedelini ödedik ve ödüyoruz. Kanıt arayanlar, Salı günkü Meclis grup toplantılarını yada seçim meydanlarındaki salvoları hatırlamalılar.

-Geçtiğimiz haftalarda Avni Özgürel, Murat Karayılan ile bir röportaj gerçekleştirdi. Sanırım sizinde 9 Ağustos 2008’de Birgün Gazetesi için “Tek Taraflı Ateşkes Sorunu Büyütüyor” başlıklı bir röportaj yapmıştınız Karayılan ile ve hatta bu yüzden 10 ay bir cezaya mahkûm edilmiştiniz? Neler olmuştu o zaman? Karayılan’ın 2008 de söyledikleri ile bugün söyledikleri arasında bir değişiklik var mı sizce? 

Hatırlanacağı üzere DTP, 2007 seçimlerine bağımsız katılarak, ilk kez Meclis’te grup kurdu. Bu toplumda silahlı çözüm arayışlarının sonuna doğru geldiği duygusunu barış umutları çoğalttı. Ancak süreç 2008 sonbaharından itibaren tam tersine gelişti. Seçim meydanlarında muhalefet partileri tarafından dillendiren Kandil’e askeri operasyon ABD onayı ile gerçek olmuştu. PKK eylemleri artınca Kandil’le Kara ve hava operasyonları yapıldı. Gazeteler, asker Kandil’e girdi, giriyor manşetleriyle, haber başlıklarıyla çıktı. Ama kara operasyonun birinci haftasında askeri operasyona son verildi. Türkiye bir kez daha imha ve askeri çözüm yöntemiyle sonuç alamayacağını gördü. Geri çekilme, ciddi tartışmalara neden oldu. CHP ve MHP, askeri operasyonun devamını savundular.

Aynı dönemde AK Parti’nin, ABD’nin isteği doğrultusunda Kürt sorununda çözüm hazırlığı içersinde olduğu tartışmaları başladı. Ben bu tartışmaları derinleştirmek ve katkı sunak üzere BirGün Gazetesine 33 aydın ve siyasetçiyle yüz yüze görüşerek yazı dizisi hazırladım. Bu yazı dizisini daha sonra Kalkedon yayınlarından “Kürt Sorununda Çözüm Öneriler” ismiyle kitaplaştırdım. Bu dizide her kesimden görüş aldım. Bu kapsamda Murat Karayılan ile de görüşme yaptım. Ancak bu söyleşi soruşturma konusu yapıldığı için kitaba almadım.

Bugünde üç yıl öncekilerden çok farklı şeyleri konuşulmuyor. Bugünün tek farkı, ek olarak toplumsal kopuşun hızlanmış olmasının ve yaralarımızın kabul bağlamaz hale gelmiş olmasının dertleriyle uğraşmaya başlamamızdır.

Her iki röportajda güncel konulara verilen yanıtlar dışında fazla bir değişiklik yok. Benimle söyleşide Karayılan, “süreç tek taraflı adımlarla ilerleyemez, biz her şeye hazır” ana mesajını vermişti. Avni beyin söyleşisinde Oslo sürecinin kesintiye uğratılmasının, KCK operasyonlarının derinleştirdiği güvensizlikle “ilk adımın” hükümette beklenmeye başlandığının emareleri var. PKK yöneticilerinin çeşitli zamanlarda verdikleri demeçler de bunu destekler nitelikte.

Ben Kandil’e 2009 büyük askeri operasyonundan dört ay sonra gitmiştim. Askeri operasyonlar karşısında kendilerini başarılı buluyorlardı. Öcalan sonrası en büyük saldırıyı savuşturduklarını düşünüyorlardı. Avni beyin söyleşisinde ise bu kez beklenmedik askeri ve siyasi operasyonlar canlarını fazla sıkmış, hareket kabiliyetlerini sınırlamış olduğunu görüyorum.

-Hakan Fidan’ın mahkemeye çağrılması, CMK’da ki hızlı değişiklik, Oslo sürecinin bitmesi? Sizce hükümet sorunun altında kalmaktan mı korku?

Benim gördüğüm kadar, hükümet bir programa sahip olmadan ve gerekli hazırlık yapmadan bir süreci başlattı. Biraz hükümetin yönetim anlayışıyla da ilgili bir sorun. Bu “ben yaparım olur ya da millet iradesinin çoğunluğu arkamda efelenmesiyle davranma” anlayışıdır. Habur’da olanda bir parça bu değimli? Plansız, programsız bir süreç, gelenlerin tutuklanmasıyla sonuçlandı.

Başbakan sürecin kendine doğru geldiğini bir televizyonda açıkça belirti. “öyleyse gelsinler beni alsınlar” dedi. Oslo görüşmeleri ki, bu görüşmenin MİT- PKK heyetleri görüşmesi olmadığı biliniyor. Hükümet ve devletin değişik organlarının değişik aşamalarda dahil olduğu bir müzakere sürecinin kesintiye uğradıktan sonra sürecin yargı konusu yapılması kimsenin bu konuya dokunamamasını doğurur. Hükümet, yargı, polis ve MİT çevrelerinde yada parti-hükümet içi gruplar arası çelişki, çatışma da bu süreçte kullanılmak istendi. Bu gerilimin bugünde sürdüğü değişik biçimlerde kamuoyuna yansıyor.

Buradaki bir problemi de sürecin saydam veya şeffaf bir biçimde işletilmemesi ve hükümetteki gelgitler oluşturuyor. Görüşmelerin canlı yayın yapılmasından söz etmiyorum. Açık bir iradeyle sürecin yürütmesinden söz ediyorum. Oslo görüşmelerinden, kamuoyunun sızdırılma kasetlerle haberi oldu. Bir iki günlük görüşmeden söz etmiyoruz. Yıllardır süren bir müzakereden söz ettiğimiz biliniyor. Topluma ise bu süreçte, biz “pazarlık yapmayız” anlatıldı. Toplum, hazır olmayınca yargıda bunu hükümete karşı kullanmak istedi.

Hükümet yasal düzenlemeleri yaparak sorunu çözmeye yönelmeli, güçle değil. En son 3. yargı paketinden sonra tutuklu vekiller meselesi de biraz buna benzedi. Başbakan recep Tayyip Erdoğan “reformlara göre vekiller tahliye edilemez” diyor, Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcı Bekir Bozdağ ve bazı hükümet yetkilisi, tahliye edilmeliler” diyor. Bu örnek durumu özetliyor. Habur döneminde de “Mahkemeler siyasetin önü açtı” diye yorumlar yapılmıştı. Aynı mahkemeler hatta aynı hakimler, 8 ay sonra yeni hiçbir delil ve durum yok iken gelenleri tutukladı.

-“Şemdinli’den Ankara’ya Kürt sorunu” adlı bir çalışmanız var 2007 yılında Agora yayınları tarafından yayınlanmış. Bu kitap’ta ne anlatmaya çalıştınız? Nedir bu Şemdinli Ankara arasında olan sorun?çözümün uzakta olmadığını belirtmişti? Sizce de çözüme yakın mıyız?

Türkiye çözüme her gecen gün yaklaşıyor. Başka bir ifadeyle Kürt sorununun dinamikleri çözümü dayatıyor. Çözüm dinamikleri en yazık ki iç dinamiklerden daha çok dış dinamikler. Küresel ve bölgesel gelişmeler herkesi çözüme zorluyor. Aynı orandan iç dinamiklerin çözüme hazır olduğunu söylemek ise bana çok iyi niyetli bir yaklaşım gibi geliyor. Avni Özgürel, Kandil’de gördüklerinin ve duyduklarının da etkisiyle, iyimser bir sonuca ulaşmış. Ama kendi sitesinde yayınladığı söyleşiden tam Taraf Gazetesi’ndeki söyleşideki hava çıkmıyor. Bunu PKK hareketinin dilini yakından izleyen çok rahat fark eder.

—Şu an neler yapıyorsunuz? Bir çalışmanız var mı?

Kürt sorununda demokratik çözümün toplumsal altyapısının oluşmasına katkı sunmayı amaç edinen Türkiye Barış Meclisi, 2012 yılı başında başlattığı çalışmayı sürdürüyoruz. Çalışma Fırat’ın batısı diye kodlanan kesimlere yönelik bir çalışma. Benim tabirimle çözümün anahtarını elinde tutan, sizin ilk sorunuzda egemen milliyetçi diye tanımladığınız kesimlerin eşit yurttaşlık hakları temelinde sorunun demokratik çözümüne rıza göstermelerinin araç, yol ve yöntemleri üzerine bir çalışma yapıyoruz..

Edirne, Bursa, Samsun ve Kırşehir illerinde bölgesel çalıştaylar yaptık. İstanbul’da liberal aydınlarla, İslami çevreden yazar, akademisyen ve kanat önderleriyle ve Ankara’da Alevi dedeleriyle ayrı, ayrı basına kabalı, anlamaya dinlemeye dönük toplantılar yaptık.

Bu çalışmanın amacı, sorunun siyasal aktörlerinin dışında, farklı siyasal, sosyal, inançtan insanları, 2011 sonbaharından itibaren yenide uygulamaya konulan, savaş, güvenlik politikalarına karşı demokratik çözüme ilişkin hangi ortak paydalarda buluştuklarını tespit etmekti.

Bu toplantıların sonuncusunu 23 Haziran 2012 tarihinde Kürt Sorunun Yuvarlak Masa Toplantısı adı altında İstanbul’da, farklı çevrelerden 50 yakın aydın, yazar akademisyenin katılımıyla yaptık. Çalıştayda, barış ve demokratik çözüm çalışmalarının yol haritasını ortaya çıkarmaya çalıştık. Şimdi bu toplantıda alınan kararları hayata geçirme ve yapılan önerileri değerlendirme çabası içersindeyiz. Çalıştayın karar ve sonuçlarına http://turkiyebarismeclisi.com/aciklamalar/kurt-sorununda-baris-calistayi-sonuclari/98 ulaşabilinir