Kürt,  mülteci,  göçmen karşıtlığı ve ırkçılık, nefret söylemi 

1980 sonrası silahlı çatışmanın ve iç göçün yoğunlaşmasına paralel olarak; Türkiye çalışma hayatının kayıtdışı, ucuz ve beden gücüne dayalı en ağır işlerini Kürt işçilerin sırtına yüklendi.   Aynı dönemde Ege, Karadeniz, Marmara, Akdeniz ve Trakya bölgeleri mevsimlik Kürt işçi pazarına dönüştü.

İktidarların gittikçe açığa çıkan Kürt karşıtı politikalarının sonucu, insani çalışma ve yaşama koşullarından yoksun, yerleşim ve çalışma alanlarından uzakta kurulan mevsimlik işçi çadırları, pazarları potansiyel suç odakları olarak görülmeye, muamele edilmeye başlandı.

1990’lardan itibaren, güvenlikçi ve ayrımcı politikalar, toplumda ırkçılığı ve Kürt karşıtlığını kabarttı, Kürtlere karşı şiddet, saldırı ve linç girişimleri hızla yaygınlaştı.

Batı illerinde parkta, sokakta, aracında, evinde Kürtçe müzik dinleyen, konuşan Kürt gençleri çok sık fiili saldırıya uğradılar veya taciz edildiler. Evinden, işinden edilen Kürtlerin hikâyeleri; gazetelerde, televizyonlarda haber konusu dahi yapılmadı.

Medya ve siyaset, sürekli ırkçı saldırganları masum göstermeye çalıştı. Zaman geçtikçe bunlar sıradan günlük vakalar olarak algılanmaya başlandı. Son yirmi beş yıl içinde her yıl en az bir kere mutlaka ya Karadeniz’de, ya Adapazarı’nda, ya Ege’de mevsimlik Kürt işçilere karşı, kitlesel linç girişimi veya fiziksel saldırı yapıldı, birçoğu kez  Kürtlerden ölen oldu.

Irkçılık,  nefret söylemi ve göçmen karşıtlığı toplumu cürütüyor

Suriye savaşı sonrasında gelişen mülteci, göçmen düşmanlığı ile birlikte  ırkçı-şoven dalga daha da artı. Ana akım Türk siyasetinin Kürt ve göçmen karşıtı politikaları ve nefret söylemleri; ülkeyi derinleşen bir çürüme gerçeğiyle yüz yüze getiridi.

Afyon, Ankara ve Konya’da Kürtlere yönelik saldırılar karşısında iktidarın, Türk siyasetinin, yerel idarecilerin ve medyanın vurdumduymaz ve  önemsizleştiren, sıradanlaştıran tavırları, toplumdaki derin sessizlik ve saldırıların kitleselliği; toplumsal ve siyasal çürümenin boyutlarına işaret ediyor.

Aynı bataklıktan beslene  göçmen- mülteci ve Kürt karşıtlığı aynı bataklıktan toplumu da çürütüyor. Kutuplaştırıcı, ötekileştirici, ayrımcı nefret söylemi ve ırkçı-Türk milliyetçisi dil; bataklığın ta kendisi. Bataklığı  genellikle doğruluğu olmayan ‘şehir efsaneleri’ne dayanıyor. Çok iyi hayat yaşıyorlar, işimizi elimizden alıyorlar gibi ve Türk milliyetçiliği oluşturuyor.

Bu ırkçı-milliyetçi dil ve politikalar, İzmir,  Elazığ, Marmarıs   HDP binasınalarına saldırının, parti binasında   Deniz Poyraz’ın öldürülmesinin elverişli siyasal zeminini yarattı.

Medyadaki son örneğini, Yeni Şafak Gazetesinin kimseyi şaşırtmayan ayrımcı ve operasyonel tavrı oluşturdu. Kürtlere yönelik seri saldırılara karşı uyarı görevlerini yapan 15 Bölge Barosunun açıklamasını, Yeni Şafak “Kandil’in Baronları” başlığıyla manşetine taşıdı ve baro yönetimlerini hedefe koydu.

Merkezi ve yerel idarecilerin iddia ettikleri gibi bu saldırılar, sıradan veya adli vakalar olarak kabul edilse bile, bu türden vakaları önlemeye yönelik etkin önlem alınmaması, kolluk güçlerinin her defasında geç müdahale etmesi ve yargı süreçlerinin işlememesi, her biri başlı başına ciddi bir sorundur. Bu saldırıların hepsinin Batı’da ve Kürtlere yönelik gerçekleşmiş olması, yerel ve merkezi yöneticilerin iddialarını yalanlamaya yetiyor.

Türk siyasetinin yapısal sorunu

Sivil toplum alanlarında; PKK’nin silahlı eylemleri dışında, Kürtler tarafından bugüne kadar hiçbir yurttaşın nefret söylemli, ırkçı, bireysel veya toplu sivil saldırı veya tacize maruz kalmamış olması bir tesadüf olmasa gerek. Kürtler, doğdukları, yaşadıkları büyük kentlerde çok sıkça saldırı ve tacize uğrarken; Kürtlerin ırkçı ve nefret söylemli şiddet içeren bir davranışlarının olmaması üzerine derinlikli düşünmek ve konuşmak gerek.

Bütün bunlar, ana akım Türk siyasetinin yapısal temel problemlerinin sonuçları ve sorunları. Ana akım Türk siyasetinin Kürt sorunundaki çözümsüzlüğünün faturası kabardı, çürüme ve yozlaşmayı derinleştiren boyutlara ulaştı. Bununla yüzleşilmediği için, Türkiye demokratikleşmede bir adım ileri iki adım geri atıyor.

Bu duruma muhalif  yerel yönetimlerinden örneklerle izah etmeye çalışacağım.  İzmir Büyükşehir Belediyesi bünyesinde yürütülen yabancı dil kurslarında Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi birçok dil varken, talep olmasına rağmen Kürtçe yok. Benzer biçimde, medyaya da yansıdı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kürtçe kurslar açtı, ama turistlere yönelik 20 ayrı dilde tanıtım broşürleri hazırlamış olmasına rağmen, bunların arasında nedense Kürtçe yok.

Ortadoğu ülkelerinde  en yaygın konuşulan dillerinden biri olan Kürtçe’nin iki büyük şehir belediyesinin çalışmasının içinde yer bulamaması, Türk siyasetinin yapısal sorunlarının sonuçları.

Keza Bolu Belediye Başkanı  Tanju Özcan,  Suriye’lilere karşı “ Türk vatandaşıyla yabancı uyruklu vatandaş aynı fiyattan suyu kullanamayacak. 10 kat suya, 10 kat katı atık vergisi ücretine zam yapacağız”açıklaması söylenecek söz bırakmayacak kadar net.

Bu örnekler ve yaşananlar; demokratikleşme, adalet, eşitlik ve barış mücadelesinin odak noktasının ayrımcılığa, ırkçılığa, nefret söylemine ve göçmen karşıtlığına karşı mücadeleyi de kapsamak zorunda olduğunu gösteriyor olsa gerek.

Türkiye’nin bugün yaşadığı  siyasal kriz, salt sandıkta elde edilecek başarıyla veya mevcut yönetimi değiştirmekle sınır olmadığı ortada. Taktik meseleleri stratejik sorun düzeyine çıkarmak  yanlış bir yolda ilerlemeye çalışmak oluyor.

Tek adam rejiminin alternatifi, radikal demokratikleşme programıyla yola çıkmak olabilir. Sandıkta elde edilecek seçim başarısının demokratik değişim programı kapsamında gelişmesi, toplumdaki değişimin ve dönüşümün öncüsü olacaktır. Irkçılıkla, ayrımcılıkla, Türk milliyetçiliğiyle, nefret söylemiyle ve göçmen karşılığıyla mücadele bu yolu açacaktır.