Türkiye’de siyasal geçmişle yüzleşmek, pek rastlanan bir davranış değil. Yanlışlar çok sık tekrarlanır, siyasetin doğru zeminlerde, isabetli öngörü ve analizlerle geliştirilmesi de fazlasıyla sınırlıdır. Geçmişle yüzleşmemek; anı yakalayamamaya, toplumsal fırsatların kaçmasına, olanakların heba edilmesine yol açar.
Türkiye tarihin her döneminde, çok sayıda siyasal kırılmalar, çatışmalar ve toplumsal altüst oluşlar yaşandı. Bunlar konusunda, çok fazla bedel ödeyerek “geçmişle yüzleşme mücadelesi” yürüten sol, sosyalist güçlerin kendi geçmişleriyle yüzleşmeyi doğru yapmamaları, özeleştiriden uzak durmaları, bağımsız politik çizgide gelişmelerinin ve toplumsal etkin güç olmalarının önünde bir bariyerdir.
28 Şubat askeri darbesinin yıl dönümü nedeniyle BirGün Gazetesi’nde çıkan değerlendirme yazıları, Türkiye sosyalist hareketinin bu çıkmazını tekrar gözler önüne serdi. Özellikle TELE 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın yazısı oldukça düşündürücü.
Yanardağ “28 Şubat 1997 ne darbeydi ne de muhtıra. Formel hukuk ve anayasal düzen içinde kalınarak geliştirilen, yarım kalmış cumhuriyetçi bir restorasyon denemesiydi, o kadar. Daha da önemlisi, Türkiye’de Soğuk Savaş dönemini bitirme girişimiydi. Ancak, başarısız olmuş ve daha kötüsü, amacının tam tersi sonuçlar yaratarak Cumhuriyetin gericiliğe teslim edilmesine yol açmıştır” diye yazdı. Bu cümlelerdeki tespitler, Türkiye solundaki yanlış laiklik, demokrasi, cumhuriyet, siyasal İslam, ordu siyaset ilişkisinin ve toplumsal mücadele anlayışının Avrasyacı versiyonu.
Yeniden düşünmek
Türkiye solu, 27 Mayıs askeri darbe anayasasının demokratik muhtevasını öne çıkarırken, askeri vesayet kurumu Milli Güvenlik Kurumu’nun oluşturulmasını ve darbeleri meşrulaştıran düzenlemenin siyaset alanını darlaştıran boyutunu yeterince önemsemedi. 28 Şubat askeri darbe döneminde de ordunun siyaseti dizayn etme girişimi, bütün toplumu “hazır ola” sokma boyutu görülmedi. Ya da görülmek istenmedi. Kemalizm ile malul Türkiye solunda, siyasal İslam’a karşı duyarlık, “askeri darbeyi” hafifletici, önemsizleştiren bir etken oldu.
Aralık 1995 seçimlerinden merkez partilerin dağınık ve parçalı çıkması, Refah Partisi’nin seçmen iradesiyle siyasetin merkezinde kendisini konumlandırması; asker, sivil Kemalistler ve devletçi cumhuriyetçiler nezdinde rejimin böğrüne saplanan hançer olarak görüldü. Askerin kumandasında siyasetin dizayn edilmesinin ge
rçek boyutları ve siyasal sonuçları doğru değerlendirilmedi. Ne Refahyol, ne hazır ol politik çizgisi bu yanlış değerlendirmenin sonucu olarak ortaya çıktı.
Seçmen iradesini, yönetimlerin demokratik meşruiyetini sağlayan seçimleri ve seçimle gelip, seçimle gidilmesi ilkesini değersizleştiren, anlamsızlaştıran, bunlara müdahalenin önemini azaltan, esas sorunu Refah Partisinde gören bir yaklaşım vardı. Yakın tehlike olan ordunun müdahalesini gizleyen, görünmez kılan bir siyasal tutum oluştu. Hükümetin asker baskısıyla yıkılmasına yol vermenin, demokratik siyaset alanına müdahale yol vermek olduğu bilinci, yaklaşımı öne çıkarılmadı.
Türkiye solunda ve sendikal mücadelede önemli ve tarihsel bir yere sahip olan DİSK’in, 28 Şubat darbesinin sivil ayağı olarak işlev üstlenen beşli çete içinde yer almasının siyasal sonuçları görülmedi. Dahası, bu darbenin, 12 Eylül sonrasında yükselme eğilimi gösteren bütün toplumsal alanlardaki geriye dönüşün kırılma noktası olduğu fark edilmedi. Sosyalist solun, sendikaların etkisizliğinin önü açıldı. 12 Eylül askeri darbesi hariç bütün darbelerin, bu ülkede darbe mağdurlarını güçlendirdiği gerçeği ıskalandı. Müdahaleden medet umuldu. Bu nedenle bugün AK Parti’nin önünü 28 Şubat açtı demek, gecikmiş bir değerlendirme. Bir anlamı yok. Anlamı olsaydı, AK Parti’yi merkezin tek siyasal partisi konumuna getiren 2007 e-muhtırasında veya 15 Temmuz darbe girişiminde tereddütlü davranışların yeri olmazdı.
Dün bugün
28 Şubat’ta laiklik ekseninde toplumu ve siyaseti asker dizayn edilmişti. Bugün HDP’ye yönelik baskılar, yasama dokunulmazlığı tartışması ve kayyım uygulamalarıyla bizzat siyaset, yargı, medya, bürokrasi eliyle, siyaset ve toplum benzer yöntemlerle yeniden dizayn ediliyor. Dün laiklik duyarlılığı kullanışlı araçtı, bu gün de Türk milliyetçiliği ekseninde terör veya bölücülük siyaseti kullanışlı araçlar.
28 Şubat muhasebesini yaparken, Necmettin Erbakan’ın bugüne fazlasıyla ışık tutacak nitelikte boyutları bulunan kimi tutumlarını da göz ardı etmemek gerek. DEP’li milletvekillerin yasama dokunulmazlıklarının kaldırılmasına evet oyu kullanmaları; Tansu Çiller’in yolsuzluk dosyalarını aklaması; Susurluk kazası sonrası başlatılan ışık söndürme eylemlerine Erbakan’ın gulu, gulu dansı yapıyorlar demesi, Susurluk’un üzerini örtmeye çalışması gibi. Hatta 9 Ocak 1997 tarihinde Kriz Yönetmenliğinde yapılan değişiklikle ve 31 Ocak 1997 tarihli gizli genelgeyle, bizzat Refahyol hükümetinin, başbakana ait bazı yetkileri askerlere devretmesi bile sonun hazırlanmasını önleyemedi.
AK Parti bugün 28 Şubatçıların önlemeye çalıştığını, bin bir algı siyasetiyle, derin ittifaklarla başarmış görünüyor. Siyasetin merkezini işgal etti. Geçmişiyle yüzleşmekten korkanlar, bugünü kazanabilirler ama ülkenin ve toplumun geleceğini çalarlar. Esas olan bugünü kazanmak değil, daha iyi, daha güzel ve insanca bir gelecek kurmak ise geçmişle yüzleşmek, özeleştiriden korkmamak ve geçmişin muhasebesini doğru yapmak gerek.