23 Nisan

23 Nisan ve yarım cumhuriyet
Dünyayı derinden etkileyen, tarihin en hızla yaygınlaşan Koronavirüsüyle karşı karşıyayız. Bu dönem ne kadar sürecek ve nasıl sonuçlanacak kestirmek oldukça zor. Bütün insanlık ciddi bir tehdit altında. Herkes virüsün çaresinin bulunmasını dört gözle beklerken, diğer taraftan salgın sonrasında oluşacak “yeni” dünyanın, nasıl bir şey olacağı, değişimin hangi doğrultuda gelişeceği, insanlığı daha iyi bir yaşamın mı yoksa daha da kötü bir yaşamın mı bekliyor olacağı merak konusu.

Böylesi bir ortamda iki gün sonra 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. yılı kutlanacak. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanan Meclis’in açılış kutlaması hazırlıklarına bu yıl aylar öncesinden başlandı. Ancak şimdi koronavirüsü tehdidi nedeniyle simgesel etkinliklerle yetinilmesi gereken bir durum ortaya çıktı.

Koronavirüsü tehdidi ciddi boyutlara ulaşmamış olsaydı belki de 100 yıl kutlamaları etkinlikleri kapsamında Cumhuriyetin kuruluşunun muhasebesini yapacağımız bir tartışma fırsatı doğabilirdi. Yine de bu kapsamda bazı şeyleri hatırlamakta yarar var.

Kısa bir 23 Nisan tarihi
“Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık” günü olarak kayıtlara geçen bu tarih, önceleri “23 Nisan Milli Bayramı” adıyla kutlandı.
Saltanatın kaldırıldığı, hâkimiyetin padişahtan alındığı, halkın egemenliğini ve özgürlüğünü eline aldığı tarih olan 1 Kasım 1922 günü ise “Hakimiyet-i Milliye Bayramı” olarak kutlanmaya başlandı.

23 Nisan 1927 tarihinde o günkü ismi ile Himaye-i Etfal Cemiyeti (bugünkü Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu) “Çocuk Bayramı” adında bir bayram ilan etti. Amacı Kurtuluş Savaşı’nda öksüz ve yetim kalan çocukları sevindirmek ve bu çocukları hayata tutundurmak.

Hakimiyet-i Milliye Bayramı ile Çocuk Bayramı’nın 1935 yılında birleştirilmesiyle 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ortaya çıktı. 1980 askeri darbesi sonrası 23 Nisan uluslararası bir nitelik kazandı. TRT öncülüğünde kutlanmaya başlandı.

Yarım cumhuriyet
Meclisin açılışı, o güne kadar tek başına padişahın elinde bulunan egemenliğin, Meclis aracılığı ile milletin kendisine verilmesi olarak telakki edilmişti. Seçimle oluşan parlamentonun millet adına karar vermesi tercih edilmişti. Ancak 1924 sonrasındaki Meclis’in, milletin iradesini tam yansıtmadığı hususu, bir tartışma ve gerilim konusu olarak bugüne kadar geldi.

Osmanlı kalıntısı üzerine kurulan cumhuriyetin “yarım cumhuriyet” olarak tanımlanması, kuruluşun yanlış temeller üzerine inşa edilmesine kaynaklık etmiştir. Geride bırakılan yüz yıllık süreçte bazı yanlışlar telafi edildi (çok partili seçimler, kadınlara seçme seçilme hakkının tanınması gibi), ama bütün bunlar Türkiye’de demokratik bir cumhuriyetin ve özgürlükçü bir parlamenter sistemin oluşmasına yetmedi.


Yüz yıllık cumhuriyet yürüyüşünün yarım cumhuriyet olarak kalmasının sebebi şudur: Türkiye cumhuriyeti, var olan bir ulusu bağımsız bir devlete kavuşturma projesi olarak değil, kurulan bir devlete ulus yaratma projesi olarak gerçekleştirildi. Siyasal sosyal, etnik, inançsal ve kültürel çoğulculuğu değil, tekçiliği, ademi merkeziyetçiliği değil merkeziyetçiliği esas alan bir devlet kuruldu ve buna uygun bir toplum yapısı oluşturulmak istendi. Yurttaşların bir kesiminden etnik kimliklerinden vazgeçmeleri istendi. Buna karşı direnç gösterenlerin hep sorun, çıbanbaşı veya münafık olarak görülmesi ve cezalandırılmaları demokrasinin, özgürlüklerin gelişiminin önünde bariyer oldu.

Yarım asırdır, devletin bu karakteri sorgulanır ve dönüştürülmek istenir, ama ne yazık ki, cumhuriyetin tekçi karakterinde pozitif bir dönüşümün gerçekleştirilebildiğini söylemek mümkün değil. Yüz yıldır neden bir yol alınamadı sorusuna yanıt bulmak durumundayız.

Ayrımcılık virüsü
Tekçiliğin merkezini Kürt sorunu işgal ediyor. Bu, devletin dönüşümünü engelleyen, cumhuriyetin niteliğini belirleyen en temel sorun ve hala devam ediyor. İnkârdan, idrak aşamasına geçerken toplum ve devlet katında yaratılan korkular, algılar ve sancılar, tökezlemeye, yıkımlara, gerilemelere yol açıyor. Son birkaç yıldır ülkeye Kürt sorunu çerçevesinde kâbuslar yaşatılıyor.

Demokrasinin kilit sorunu olarak tanımlanan Kürt meselesi, bugün de inkâr döneminin güvenlik politikaları ve uygulamalarıyla bastırılmaya ve gizlenmeye çalışılıyor. Demokrasi kapısının bir daha açılmaması için ayrımcılık alenileştiriliyor.

Son çıkarılan af yasasında ve 31 Mart seçimlerinde Türkiye’de ayrımcılık en üst noktaya sıçradı. Af yasasında kapsam dışında bırakılanların ezici çoğunluğunu Kürt seçilmişler, siyasetçiler veya bu sorun etrafında devletin yanlış politikalarına sessiz kalmayanlar oluşturuyorlar.

Parlamento, tartışmalı ve keyfi terör suçlamasıyla kapsam dışında tutulan insanları, Koronavirüsü karşısında en korunaksız yer olan cezaevlerinde yaşamaya mahkûm etti. Daha düne kadar “devlet, ancak kendine karşı suç işleyenleri affedebilir” diyen iktidar partisi genel başkanı ve cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, şimdi siyasilerin af kapsamı dışında tutulmasında neden ısrar etti, toplumdan gelen itirazlara neden kulak vermedi? Bu soruların yanıtı: ya meclis aritmetiğinin gereği MHP’ye mecbur olduğu veya MHP ile arasında siyasi farkın kalmadığı olabilir. Her iki durum da büyük bir çıkmazdır.

Meclis’te yer alan HDP dışındaki muhalefet partilerinin yetkilerinin de konunun ayrımcılık boyutuna dikkat çeken hiçbir uyarı yapmaması nasıl izah edilir, nedeni ne olabilir? Cevabı, Kürt politikasındaki ortak yaklaşımların, hassasiyetlerin; eşitlikten yana, ayırımcılığa karşı olmak gibi evrensel değerlerden daha öncelikli olması ve ağır basması olmasın.

31 Mart yerel seçimlerinde HDP’nin kazandığı birçok il ve ilçeye kayyım atanmasını geçiştiren muhalefet, şimdi kendi belediyelerin Koronavirüse karşı yardım çalışmalarının engellenmesiyle, dışlanmasıyla karşı karşıya. HDP’li belediyelerin “terör odağı” ilan edilmesine sessiz kalmanın sonucunda, CHP’li belediyelerin “devlet içinde paralel yapı ilan edilmesine” ramak kaldı. Bu durum, devletteki ayrımcılık virüsüne karşı bütünlüklü ve topyekûn mücadele etmek yerine, cumhuriyetin kuruluşundaki esas problem olan tekçiliğin devamından yana tavır almanın sonuçları olsa gerek.

Tabii ki, Türkiye’nin temel sorunları bunlarla sınırlı değil. Ama cumhuriyetin; ayrımcı, inkârcı politikalarla ve tekçi bir anlayışla bir ulus yaratılacağı varsayımıyla kurulmuş olması gerçeği ile tartışmamak, 100 yıllık “yarım” cumhuriyetin, gerçek anlamda millet egemenliğine dönüşmesini zora soktu. Bir kesimin egemenlik hakkını gasp eden, ötekileştiren bir cumhuriyet, cumhuriyet olamaz, demokrasi, demokrasi olamaz.