Yazarımız Hakan Tahmaz: CHP-HDP Bir Araya Gelmeden Sol Muhalefetin Geri Kalanının Yana Yana Gelmesi Mümkün Değil
5 Eylül 2018
İSTANBUL- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ; Türkiye Barış Meclis Aktivisti Hakan TAHMAZ Genel Yayın Yönetmenimiz Hamza ÖZKAN’nın sorularını yanıtladı.
“Bugün Kürtlerin hak mücadelesiyle dayanışmayı, işbirliğini merkezine alan, çoğulcu, cinsiyetçi olmayan demokratik özgürlükçü bir solun inşasının politik zemini bütün bu tecrübelerin doğru analizi yapmak ve enternasyonal bir perspektifle geliştirmek artık kaçınılamaz bir hal aldı.” diyerek demokrasiye vurgu yapan Hakan TAHMAZ söyleşisi derinlikli analizleriyle sizlerle…
Söyleşimize sizi daha yakından tanıyarak başlamak istiyoruz, Hakan Tahmaz kimdir?
Ordu, Ünye doğumluyum. Gençlik yıllarım burada geçti ve 70’lı yıllarda devrimci mücadelede burada yer aldım. 12 Eylül askeri darbesinin mağdurlarından, sanıklarından ve tanıklarındanım. Erzincan 3. Ordu Askeri Mahkemesinde yargıdandım. 1986 Haziran’ında Özal’ın infaz yasasında yaptığı değişiklik sonrası tahliye oldum.
Daha sonra siyasi mücadelemi Kurtuluş Sosyalist Dergisi’nde sürdürdüm. BSP’nin (Birleşik Sosyalist Parti’nin) ve ÖDP’nin (Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin) kuruluş çalışmalarında ve merkez yönetimlerinde bulundum. Bu solda birlik ve yeniden yapılanma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanması nedeniyle 2007 yılında parti yöneticiliğinden, 2009 yılında üyelikten ayrıldım.
Irak’ta Savaşa Hayır Platformu, Küresel BAK gibi sivil toplum inisiyatiflerde çalıştım. 2005 yılının Mart ayında Gencay Gürsoy, Nuray Mert, Tayfun Mater, Osman Kavala ile birlikte 150 imzalı barış bildirisini hazırladık. Bildiriyi başbakana iletmek ve yeniden çatışmasızlığın zeminin oluşmasına katkı sunmak için 10 Haziran 2005 tarihinde 10 imzacıyla birlikte dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile Ankara’da başbakanlıkta görüştük.
Bu görüşme sonrasında barış için oluşan çeşitli yurttaş girişimlerinde daha aktif çalışmaya başladım. 2007 yılında Türkiye Barış Meclisinin kuruluşuna katıldım. 2010 -2015 yıllarında sözcülüğü yürütüm. 2015 yılında Barış Vakfı kuruluş çalışmalarını yürüttüm ve halen barış/çatışma çözümü çalışmasını Barış Vakfında çeşitli ulusal platformlarda sürdürüyorum.
2005 yılından itibaren esas çalışma alanım Kürt sorunu, barış ve çatışma çözümü oldu. Bu konuda yerli ve yabancı çalışmaları imkânlarım ölçüsünde takip ediyor, içinde yer alıyorum.
“Şemdinli’den Ankara’ya Kürt Sorunu” isimli ilk kitabım, 2007 yılında Agaro yayınlarından çıktı. 2009 yılında, BirGün Gazetesi için hazırladığım yazı dizisinde yer alan 31 siyaset ve akademisyenle yaptığım söyleşilerden oluşan “Kürt Sorununda Çözüm Önerileri” isimli kitabım Kalkedon’dan çıktı. 2015 yılında Necmiye Alpay ile birlikte hazırladığımız Barış Açısını Savunmak isimli kitabımız Metris ’ten çıktı.
BirGün ve Gündem gazetelerinde, haftalık BasHaber gazetelerinde ve IMP News internet sitesinde düzenli yazdım, çalıştım. Ayrıca çeşitli dergi ve gazetelerde Kürt Sorunu ve barış/çatışma çözümü konularında çok sayıda makalem yayınlandı. İki yıldır siyasi konulara ilişkin görüşlerimi düzenli kişisel sitem www.hakantahmaz.com adresinde yazıyorum. Hayattaki biricik varlığım Utkuoğul Tahmaz’dır.
22 Ocak 1996 kurulan ÖDP’nin amacı neydi, yaklaşık 22 yılık bir geçmişi olan ÖDP neden geniş kitlelere yayılamadı, partiden ayrılmalarda bunun etkisi var mıydı, nasıl değerlendiriyorsunuz bu ayrılmaları?
12 Eylül sonrası, sosyalist bloğun da dağılmasıyla daha da etkisiz ve dağınık yenilmiş sosyalist hareketin toparlanması ve yeniden yapılanmasının bir zorunluluk olduğunun ortaya çıkmasıyla başlayan arayışları yakından takip ettim ve içinde yer aldım.
ÖDP ve onun öncülüğü Birleşik Sosyalist Parti, yanlış temellerde bölünmüş sosyalist solun yeniden yapılanmasını ve toplumsal muhalefetin güçlü politik merkezinin inşasını sağlamak amacıyla yürütülen çalışmalardı. Sosyalist solun birliğini ve yeni yeni gelişen toplumsal hareketinin siyasal ortaklığı oluşturma çabası, çoğulcu, sosyalist demokrasi anlayışı ekseninde geliştirilmek istendi. ÖDP ve BSP 12 Eylül ve reel sosyalizmin yenilgisi sonrası geçmişle yüzleşerek, hatalardan arınarak, yenidünyanın analize dayalı evrensel normlarda yen ibir gelecek inşa etme projesiydi.
Ancak kuruluş çalışmasında yakalanan toplumsal enerjiyi değişen dünya, bölge ve ülke konektörüne uygun yeni anlayış, yeni örgütlenme ve mücadele tarzıyla sürdürmeyi başaramadık. Bunun birçok nedeni var. Ama en önemli nedeni, ÖDP’yi oluşturan siyasal yapıların ve bireylerin geçmişle yüzleşmelerini gerçekçi bir biçimde yapabilmeyi başaramamaları, her grup, yapı ve bireyin geçmişten gelen rekabetçi, tekçi politik bagajları, birbirlerine karşı geçmişteki husumetli tutumları projenin başarısını engelledi. Bunlara ülkede, bölgede ve dünyada yaşanan ve muhtemel yaşanacak olan siyasal, sosyal, toplumsal ve kültürel değişime dair güçlü emarelerinin farkına varılamaması eşlik etti. Bu noktada tüm muhalefet hareketinin hala ciddi bir sorunu olduğunu ifade etmek isterim.
Partide beliren politik ve örgütsel krizlerin demokratik mekanizmaları işleterek ve güçlendirerek aşma yerine çoğulculuktan uzak tekçi eski yöntemlerle ve olağanüstü tedbirlerle aşma yoluna gidilmesi projenin ölümüne yol açtı. Her politik sorun örgütsel soruna ve her örgütsel sorun yeni bir ayrışmaya yol açtı. İlk bölünme, partinin kurucu dinamiklerinin toplamından daha fazla üyenin partiden uzaklaşması, ayrılması sonucunu doğurdu.
İlk ayrışmada Kürt sorununa yaklaşım başat rol oynadığına dair rivayetin gerçeğin tamamını ifade ettiğini söylemek oldukça zor. Çünkü partinin kuruluşunda yer alanlar arasında bu ve başka bir dizi konuda derin politik farklıkların varlığı biliniyordu. Bunları gidermeyi beceremeyen bizler, Kürt sorunun aktüelliğini ve yakıcılığını adeta kullanarak hatalarımızın, eksikliklerimizin, yetmezliklerimizin üzerini örtmeye çalıştık. Ancak çok geçmeden bunun gerçek olmadığı da açığa çıktı. Herkes eski gettosuna sığındı. Sosyalist solun darmadağın olmasının taşları döşendi. 80 öncesi sosyalist harekete 80 parça diye eleştiri yapılırdı. Şimdi 180 parçaya bölündü ve eleştiriye bile muhatap kabul edilemeyecek kadar etkisizleşti. Minik minik gettolar olarak aşağıdakilerin hayatlarına dokunmayan yapılara dönüştüler.
7 Haziran 2015, 1 Kasım2015 ve 24 Haziran 2018 seçimlerinde muhalefet partilerinin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce muhalefet partileri doğru hamleleri yapabildiler mi, gelinen süreçte muhalefetin rolü nedir?
AK Parti’nin 16 yıldır iktidarda kalmayı başarmasında, 7 Haziran seçimleri hariç girdiği bütün seçimlerden istediği sonucu bir biçimde elde etmesinde iktidar partisi karşıtlarının, izledikleri siyasettin farklı boyutlarda da olsa rolünün varlığı hiç kuşkusuz yadsınamaz. Ancak bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorun veya krizi muhalefet güçleri diye tanımladıklarınız yanlışlarıyla veya eksiklikleriyle bir yere kadar açıklayabiliriz. Bence bizim krizimiz veya sorunumuzun küresel krizin, sorunların ve gelişmelerin bir parçası ve devamı. Dünya 2000 yılların dünyası değil artık. Sağ, milliyetçi, ırkçı siyasal eğilimler, korumacı ve içe kapanmacı yaklaşımlar, nefret ve cinsiyetçi söylemler her tarafta azmış durumda.
Ancak sol, demokratik, sosyalist güçler sorunuzda belirtiğiniz seçimlerde, başka türlü politikalar izlemiş olsalardı, bu günkü siyasal başarısızlığının önüne belki yine geçilemezdi. Ama belki muhalifler cephesindeki bu günkü moralsizlik, çaresizlik bu kadar etkili ve derin olmazdı. 2015 Haziran seçimlerindeki ve öncesindeki yanlışların, eksiklerin buna ebelik ettiğini söyleyebiliriz. Çözüm sürecini doğru değerlendiremeyenler, seçimlerde elde edilen başarının kıymetini bilemediler.
AK Parti’de bugün açığa çıkmış olan Kürt korkusunu o dönem açığa çıkarmanın iki yolu vardı. Birincisi çözüm sürecine dört elle sarılmak, kaygıları, kuşkuları öne çıkarmadan ve çözüm süreci karşıtı pozisyona düşmeden büyük fırsatı değerlendirmek. İkincisi ise Ortadoğu ülkelerindeki gelişmeleri de dikkate alarak eski Türkiye’nin kodlarını değiştirecek yeni Türkiye’de, Ortadoğu’da Kürtlere yer açan bir yaklaşımla devleti ve toplumu reorganize etmeye yönelmekti. Türkiye’nin demokratikleşme ivmesini geliştirmekti. Muhalefet hareketi bundan oldukça uzak konumlandı. CHP, Cumhuriyetin kurucusu olma perspektifini ve savunusunu aşamadı.
Sol, sosyalist güçler bölgesel gelişmelerin yarattığı fırsatı görüp reel siyasetin derin dehlizlerinde boğulmadan politika geliştirmeyi ve yanlış temeller üzerine kurulmuş cumhuriyeti demokratik muhtevaya kavuşturmanın fırsatını değerlendirmekte uzak, çözüm sürecine mesafeli durdular.
Kürt siyaseti ise İmralı’da Öcalan tarafından oluşturulan yol haritasını güçlendirmeyi değil, Suriye’de pozisyonunu güçlendirmeyi önceledi. Türkiye’de çözümü daha uzun vadede gerçekleşebileceği öngörüsüyle daha önceki, üçüncü odak olma stratejisini revize ederek cumhuriyetçi seçmeni kazanma ve dönüştürme siyasetine yöneldi. CHP’ye yönünü döndü. Yeni siyasetin merkezine tek başına iktidara karşı güvensizlik koydu. Hâlbuki eskiden Kürt siyaseti varlığını “kendi öz gücüne ve siyasal manevra kabiliyetine” dayandırırdı. Bu siyaset, AK Parti ile çözüm masasında olma ama hükümet ortağı olmama hatta çözüm süreci karşıtlarıyla bir biçimde ortaklık kurma gibi siyasi garabet olan bir tutum almaya vardırıldı. Böylelikle Kürt siyaseti çözüm sürecindeki ve HDP ise 7 Haziran seçimlerindeki oyun kurucu rolünü yitirdi.
Gelinen noktada çözüm sürecini sahiplenen bir siyaset izlemeyen herkes, her kesim bugünkü siyasal tablonun ve krizin oluşumuna katkı sundular.
Bir anlamda 7 Haziran seçimlerinden sonraki bütün süreçlerin belirleyici temel problemi Kürt meselesine, çözüm sürecine ve nihayetinde barış konusuna yaklaşım oldu. Siyasetin turnusol kâğıdı Kürt meselesi oldu. Bütün siyasal aktörlerin kaderini bu konudaki yaklaşımları belirledi. Türk milliyetçiliğinin ipine sarılarak Kürt korkusunu savuşturmak isteyen muhafazakâr milliyetçi cepheyle, statükocu cephe dışında demokratik, özgürlükçü adil bir gelecek tahayyülü ile donanımlı bir siyasal odağın oluşma ihtimali geride kaldı. Muhalefet hareketi de bir ölçüde Kürt sorununu, barışı ve çözümü başka bir bahara ertelediklerini söylemek mümkün. Muhalefet16 Nisan ve 24 Haziran referandumların da büyük ölçüde bu yaklaşımla yol almaya çalıştı. Bütün emareler muhalefetin lehine olmasına rağmen, muhalefet partileri dertlere derman olmayı başaramadı. Tehlikeli gidişi durduramadı. Eksikliğin, başarısızlığın nedenini hep kendi dışında aramayı sürdürdüğü müddetçe bu kader değişeceğe benzemiyor.
Bugün Kürtlerin hak mücadelesiyle dayanışmayı, işbirliğini merkezine alan, çoğulcu, cinsiyetçi olmayan demokratik özgürlükçü bir solun inşasının politik zemini bütün bu tecrübelerin doğru analizi yapmak ve enternasyonal bir perspektifle geliştirmek artık kaçınılamaz bir hal aldı.
İstanbul, Ankara, Adana, Mersin gibi illerde HDP-CHP-ÖDP-EMEP-TKP-EHP ve adını sayamadığımız tüm Sol Partiler ile Demokrasi Güçleri ne yapmalı Yerel Seçimlerden muzaffer çıkmak için?
Açıkçası önümüzdeki yerel seçimlerde muhalefet partilerinin bugünkü gidişata firen koyabilecek bir durumda olabileceklerini hiç sanmıyorum. Bunu iki şeye dayandırıyorum. Birincisi AK Parti’nin Türk milliyetçileriyle birlikte devleti reorganize etme dinamiklerinin kavranmaktan ve buna uygun alternatif politikalar geliştirmekten hayli uzak olmalarıdır. Bu gün devletin bekası olarak ileri sürülen politikanın esasını bölgesel Kürt korkusu oluşturuyor.
Bu politika gereği AK Parti iktidarını bir kısım siyasi, askeri bürokratla, Ergenekoncuyla, Balyozcuyla, Avrasyacıyla ve Türk milliyetçileriyle kısmi paylaşıyor. Bunun, geçici birbirine tutunma/yaslanma olduğu yanılgısıyla siyaseti buna göre tanzim etmeye çalışmak veya bunlara kazanmaya yönelik siyaset kurma CHP’nin en büyük yanlışıdır. Tabi CHP esas büyük yanlışı beka zokasını sürekli yutması ve kulübede bekleyen yedek oyuncu rolünü çok sevmesidir. Bu CHP’nin HDP’den, Kürt sorunundan, barış mücadelesinden mesafeli durmasına yol açıyor.
CHP, bu politikasını değiştirmeden muhaliflerin bir araya gelmiş olmaları sandıkta başarıyı getirmeyecektir. Bu da bence ikinci önemli nedendir. Yani muhalefet olup biteni doğru, derinlikli okuyamadığı gibi güçlü bir demokratik odak oluşması için gerekli olan CHP ve HDP’nin işbirliğinin politik zemini de yoktur. Bu ikisi bir araya gelmeden sol muhalefetin geri kalanının yana yana gelmesiyle etkili bir odak olabilmesi kalan altı ay içinde mümkün gözükmüyor.
Seçimlerin yerel olması da çok fazla bir şey değiştirmiyor. Türkiye’de yerel seçimlere bir tür genel seçimgibi yaklaşılır. Yerel seçimlerde çok az yerde seçmen adaya göre oy verir. Bu seçim daha fazla böyle olacağa benziyor. Çünkü AK Parti ve işbirlikçileri iç ve dış tehdit algısına dayalı seçim çalışması sürdürecek, seçmeni bölünme, darbecilik, paralel yapı gibi korkularla dizayn edecek. Birçok belediye başkanlarını görevden azledilmesi sorasında “hizmet” propagandasının eski gibi alıcısı olamayacaktır. Kürt siyasetçileri görevden azlederek kayyım atama siyasetinin ne türden sonuçlar üreteceğini kestirmek mümkün. Dört, beş dönemdir yerel iktidarda olunan yerlerde işler eskisi kadar kolay olmayacak. Kürt siyasetin muhasebeye ihtiyacı var. Bunu yapabilme imkânının sınırlı olduğu görülüyor. Buna rağmen yerel seçimler Kürt siyaseti için yeniden ayakları üzerine dikilmesi için bir dizi fırsat sunuyor. Mağduriyet siyasetini aşarak, geç kalınan yerel yönetim modelini yaratma hedefiyle hareket edildiğindi, Kürt seçmenin bunu değerlendireceğinde hiç kuşku yok. Bu Cumhur ittifakının “millici siyasetine” karşı güç biriktirme ve Kürt siyasetini tahkim etmenin yolu olarak da gelişebilir. Aksi halde yeni dönemde de kayyım atamalarıyla karşı karşıya kalınabilir.
Batıda ise CHP radikal bir politika değişikliğine gitmeden muhalefetin sonuç alması mümkün gözükmüyor. Son seçimlerdeki gibi bir ileri iki geri taktiği ile demokratik, özgürlükçü bir odak inşa edilemez. CHP belediyelerinin performansı dahi alternatif güç oluşturmada sorun oluşturuyor. Beşiktaş, Ataşehir belediye başkanlarının görevden alınmaları nedeni ve sonrasında yaşananlar bunun önemli bir verisi.
Bu nokta demokrasi, özgürlük güçlerin yapabileceği veya başarabileceği güç biriktirme ve toplama, gerçekleşebilir ve toplumsal karşılığı olan demokrasi ve barış odağını inşa etmeye yönelmektedir. AK Parti iktidarının, toplumu milliyetçi muhafazakâr eksende dönüştürmesine ve devleti otoriter, merkeziyetçi ve tekçi bir zihniyetle yeniden yapılandırmasına karşı özgürlükçü demokratik bir yönetim modelini geliştirme çabasına yoğunlaşmak ve toplumsallaşmak hayatı bir konudur.
İktidar, yaşanılan Ekonomik krizi dış güçlerin oyunu şeklinde sunarak yerel seçimleri kendi lehine çevirebilecek mi? Daha büyük bir ekonomik kriz beklentisi ve kaygısı var toplumda, siz ne dersiniz Türkiye’yi bugünkünden daha zor günler bekliyor mu? Türkiye şuanda uyguladığı ekonomik politikalarla krizden çıkabilecek mi?
Her şeyden önce ekonomik kriz konusunda bilindik sözlerin ötesinde bir şeyler ifade etmek için konunun uzmanı olmak bile yetmediğini hatırlatmak isterim. Her konuya vakıf yazar, çizer takımı sanırım sadece Türkiye ait bir şey olsa gerek. Biz de insanlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibidir. Salt bir ekonomik krizle karşı karşıya değiliz. Ekonomik kriz siyasi krizin bir parçası ve devamı.
Ancak iktidar partisi son yıllarda sürekli eski dış güçler plağını çalıyor olmasının artık inandırıcılığı kalmamıştır. Kaldı ki ulusal ve uluslararası birçok uzman uzun süredir Türkiye ekonomisi üzerine uyarılar yapıyorlar. İktidar hiçbirini dikkate almadı. Aksine izlediği iç ve dış politikayla adeta krize davetiye çıkardığı ortada değil mi? Bu ülkede yaşayan her kez ne yazık ki uzun zamandır sabahları daha iyi, daha güzel ve huzurlu bir Türkiye’ye uyanmıyor. Ekonomik krizin derin ve sarsıcı sonuçlarını daha bugünden biz aşağıdakiler hissediyoruz. Bunlar bizi zor günler beklediğini emareleri. Bu kriz, er geç aşılır ama bugünkü politikaların buna elvermediği yaşadığımız tecrübeyle sabit.
Hükümetin, Avrupa ile ilişkileri yeniden canlandırma ihtiyacı büyük bir algı ve yanılsama olduğu kadar çaresizliğinin de mirası. Kriz sadece ekonomik tedbirlerle aşılabilecek bir kriz değil. Krizi tetikleyen yanlış iç ve dış politikalardır. Bunların değişmesiyle demokratik normlara dönmek zorunludur. Krizin mümkün olduğu kadar az zayiatla atlatılmasının önceliklerinden biri de güvenlikçi anlayışla belirlenen iç politikaların masa yatırılmasıdır
Yazarımız Hakan Tahmaz: Son Bir Da Barışa Yeni Bir Yol Bulmaya Çalışan Iki Rapor Hazırlattık.(2)
7 Eylül 2018
ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ; Türkiye Barış Meclis Aktivisti Hakan TAHMAZ Genel Yayın Yönetmenimiz Hamza ÖZKAN’nın sorularını yanıtladı.
“Bugün Kürtlerin hak mücadelesiyle dayanışmayı, işbirliğini merkezine alan, çoğulcu, cinsiyetçi olmayan demokratik özgürlükçü bir solun inşasının politik zemini bütün bu tecrübelerin doğru analizi yapmak ve enternasyonal bir perspektifle geliştirmek artık kaçınılamaz bir hal aldı.” diyerek demokrasiye vurgu yapan Hakan TAHMAZ söyleşisi derinlikli analizleriyle sizlerle…
(RÖPORTAJIMIZIN DEVAMI)
Türkiye kamuoyunda demokrat kimliğinizle ve Türkiye Barış Meclisinin sözcüsü ve aktivisti olarak tanınıyorsunuz, Türkiye Barış Meclisinin oluşumunu elzem kılan Türkiye koşulları nelerdi, ne zaman kuruldu, hangi çalışmalara imza attı, Türkiye Barış Meclisi misyonunu gerçekleştirebildi mi, hali hazırda Türkiye Barış Meclisinin hali ahvali nedir?
Türkiye Barış Meclisi 13-14 Ocak 2007 tarihlerinde Ankara’da 360 aydın, yazar, gazeteci, akademisyen, siyasetçi ve aktivistin katılımla gerçekleşen Türkiye Barışını Arıyor Konferansıyla oluşturulan program ve tüzük çerçevesinde 1 Eylül 2007 tarihinde kuruldu. Milliyetçi olmayan bütün muhalefet güçlerinin ve iktidar çevresinin içinde yer aldığı bir oluşumdu. Bu yönüyle bir ilk ve tüzel kişiliği olmayan yurttaş girişimiydi.
Türkiye’nin 17 ilinde çalışma yürüttü. Daha çok toplumu etkileyenlerini etkilemeye yönelik çalışmalar yaptı. Bunlar panel, konferans ve çalıştay biçiminde oldu. 2008 yılında 20 ilde Barış ve Yeni Anayasa başlıklı konferans yaptı.
Çeşitli sorunlar ve vakalarla ilgili raporlar hazırladı. İlgili kurumlarla ve kamuoyu ile paylaştı. Çözüm sürecini koşulsuz destekledi. Sürecin sağlıklı gelişmesi için diplomatik, siyasi çalışmalar yaptı. Tarafları uyarıcı ve teşvik edici girişimlerde buldu. Bazı sorunların çözümünde rol üstlendi. Örneğin Rojava’da yaşamını yitiren Aziz Güler’in cenazesin getirilmesi gibi. 2013 ve 2014 yıllarında kurucularımız Orhan Doğan Barış Ödülü töreni düzenledi.
Tüzel kişiliğe sahip olmamamız çalışmalarda sorunlara yol açmasının yanı sıra çalışmanın kurumsallaşmasını da engelledi. Bunun yanı sıra kuruluş dinamizmi ve çoğulculuğunu çeşitli nedenlerle yitirmesi ve yapısal sorunların oluşması nedeniyle 2014 yılı başında yapılan değerlendirmeyle yeni bir yapılanmaya giderek tüzel kişilik oluşturma çalışması başlatıldı. 2015 Martın başında şu an başkanlığını yürüttüğüm Barış Vakfının kuruluş çalışmasını başlattık. Barış Meclisi çalışmasını durdurduk. 2 Şubat 2016 tarihinde Vakfın resmi kuruluşu gerçekleşti.
Çatışmaların yeniden başlaması, savaş konseptinin geliştirilmesi ve sonraki siyasal süreç barış çalışmalarımızı da büyük ölçüde baltaladı. Kimi arkadaşımız işinden oldu, kimi akademisyen arkadaşımız yurtdışına gitmek zorunda kaldı Osman Kavala gibi birçok arkadaşımız gerekçesiz ve keyfi tutuklandı. Vakıf olarak bu durumunyarattığı zorluklarla baş etmeye çalışarak çalışma yürütüyoruz. Son bir yıldır çözüm sürecininbaşarısızlığını analiz eden ve barışa yeni bir yol bulmaya çalışan iki rapor hazırlattık. Bu raporlara ve diğer çalışmalarımıza www.barisvakfi.org adresinden ulaşabilirsiniz.
Kürtlerin Ortadoğu ve Türkiye’deki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz, dünya siyasetinde Kürtler nasıl bir rol üstleniyorlar?
Türkiye Kürtleri içinde Ortadoğu’nun bütün Kürtleri içinde fazlasıyla kritik bir dönemdeyiz. Suriye savaşının son dönemecinde Kürtlerin başını çektiği Demokratik Suriye Güçlerinin pozisyonu ne ve nasıl olacağı sorduğunuz sorular açısından belirleyici olacaktır. Bilindiği gibi Erbil- Bağdat anlaşmazlığı sonucu gerçekleştirilen referandumda küresel ve bölgesel güçler Kürtlere karşı birleştiler. Sandıktan çıkan güçlü iradeye rağmen referandum yok sayıldı ve bir dizi kazanımlar da yok edildi. Aynı şeyi Afrin operasyonunda Rojavalı Kürtler de yaşadı. Çözüm Sürecinin bitirilmesinden sonra kentlerin yıkımını, Kürt siyasetinin tasfiyesini hatta orantısız güç kullanımını izlediler, yer yer Türkiye’ye destek çıktılar.
Yüzyılın Kürtlerin altın çağı olacağı öngörüsünün gerçekleşme ihtimali zayıfladı. Kürtlerin kazanımlarını sağlam kazığa bağlanmasına rıza göstermeyenler, enerji paylaşımında pay sahibi olmanın telaşı içindeki küresel güçler. Bölgesel dinamikler ve Kürtlerin geliştirdiği mücadele artık Kürtlerin ilişkisinin Suriye ve Irak’la eski gibi olma ihtimalini ortadan kaldırdı. Erbil- Süleymaniye’den, Rojava Şam’dan yönetilemez. Bölge devletleri egemenlik haklarını er ya da geç Kürtlerle paylaşmak zorunda kalacaklar. Bunun hangi zaman diliminde olacağı ve nasıl bir şekil olacağını Türkiye ve İran’ın bu süreçte gösterebileceği dirençle ve küresel güçlerin nereye kadar onay vereceği ile doğruda ilişkilidir.
Dolayısıyla sadece Kürtleri değil bölgeyi ve Türkiye’yi sıkıntılı günler, aylar, belki de yıllar bekliyor. Suriye’de de Türkiye’nin direncini, bölge ve küresel güçler aşma becerisi gösteremeden belki de bir dönen daha kapanacak, Kürtlerin haklı talepleri ertelenecek.
Kürt sorunun çözümünün önündeki engeller nelerdir, çözüm sürecinden bugüne tarihsel bir seyir izlediğimiz de?
Çözüm sürecinde anlaşıldı ki, devletin Kürt sorunu olarak algıladığı Kürtlerin silahlı varlığı ve siyasal, demokratik başkaldırmaları. Kürtlerin varlığının tanındığı ama haklarının inkâr edildiği bir akıl iktidarda. Bu akıl cumhuriyeti yeniden üretmenin ötesinde bir enerji açığa çıkaramadığı bir dönemde demokratik çözümün gelişmesi imkansızlaştı. İktidar yüz yıl önce kurulmuş devleti koruma güdüsüyle hareket ettiği için beka sorununu diri tutuyor. Devletin demokratik dönüşümüne kapalı bir barış süreci olamaz. Biz de ne yazık ki, böyle yaşandı. Barış isteyenlerin güçleri devleti ve toplumu demokratik dönüşüme zorlayacak ve başaracak bir merhalede değil.
Barışın gerçekleşmesinde siyasi liderlerin rolü belirleyicidir. Ancak her şey değildir. Barışın garantörü toplumlardır. Barış ya da çözüm konusunda toplumsal kesimlerde yüksel oranda istek ortaya çıktığında siyasi liderler buna boyun eğerler. Bu bakımdan barış, eşit ve özgür yaşam mücadelesinin toplumsallaşmasının esasıdır. Toplumları dönüştüren bizzat bu mücadelenin kendisidir. Kürtler bu mücadele toplumun diğer kesimlerinden hak ettikleri desteği ne yazık ki bu gün göremiyorlar.
Türkiye’nin geçmişi ve gerçekleriyle yüzleşmeden, demokratik eşitlikçi ve özgürlükçü bir gelecek kuramayacağından bahsediyorsunuz bir yazınızda. Türkiye, geçmişinde nelerle yüzleşmeli, bu yüzleşmeyi nasıl başarabilir?
Geçmişle yüzleşme geleceği yeni baştan tahayyül etme niyetini, hedefini içerir. Bu anlamda bir hesaplaşma değildir. Daha iyi bir gelecek kurulması amaçlandığı için öç almaveya rövanşız yaklaşımlardan uzak bir çabadır. Bir tür helalleşmedir. Onarıcı adaletin sağlanmasıdır. Evrensel hukukun egemen kılındığı bir toplumsal yaşamın oluşturulmasıdır.
Bu çerçevede Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi, cumhuriyetin kuruluşunun temel dinamiklerini ve felsefesinin masaya yatırılması ile başarılır. Osmanlı bakiyesi olarak kurulan devlete ulus yaratma pratikleri ve bunların yarattığı sonuçlar, izlenen yöntemler, hukuksuzluklar ve muktedirlerin muktedir olarak kalmak için başvurdukları yöntemlerin siyasal, sosyal, kültürel sonuçlarıyla yüzleşilmelidir.
1915 Ermeni kırımı, Kürt isyanları, Azınlıkların mübadelesi, Dersim katliamı, Türkiye’nin darbeler tarihi, azınlıkların mal, mülklerine el konularak yaratılan sermaye birikimi, Eylül öncesinde 1 Mayıs katliamıyla başlayan siyasal cinayetler, toplumsal katliamlar, Kürt savaşı, faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler, mezarsız siyasal cinayetler gibi konular geçmişle yüzleşmenin başlıca konu başlıkları olmalıdır.
Ergenekon ve Balyoz soruşturması ile başlayan süreç doğru ve sağlıklı yürütülmüş olunsaydı, bugün çok ileri noktada olabilirdik. Ancak iktidarın beceriksizliği, yanlışları bunları bugün tekrar iktidar ortağı konumuna yükselti. Evladının, yakının 23 yıldır mezarını, kemiğini arayan Cumartesi İnsanlarının barışçıl oturma eylemi 700. Hafta hukuksuz ve keyfi yasaklanabildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’deki birçok sorunun kaynağı olduğu halde liderlik koltuğunu koruyabilmesini neye bağlıyorsunuz, Türkiye’nin toplumsal yapısındaki hangi parametreler bu başarıda rol oynadı, hangi hamleler onu başkanlığa taşıdı?
Dört önemli faktör Recep Tayyip Erdoğan’ın koltuğunun korumasını sağlıyor. Ancak buna başarı demek ne kadar doğru bilemiyorum. Ben başarısızlığın başarısı tanımlamasını tercih ediyorum.
Bunlardan ilki bu süreçte AK Parti’nin üzerinde yükseldiği ve geçmiş politik zemini olan siyasal İslam ya da muhafazakâr hareketin, sınıf atlaması, sosyal, siyasal ve kültürel dönüşüm yaşamasıdır. Dün alt sınıfta yer alanlar, bugün orta sınıfa sıçradılar ve aynı zamanda yeni muhafazakâr sermaye sınıfı oluştu. İslamcı muhafazakârlar, Türkçü muhafazakârlığına terfi ettiler. Kısaca AK Parti iktidarı süreç içinde toplumu adım adım dönüştürdü. Bu sınıf, zümre ve dinamikler elde ettikleri konumlarını yitirmemek için otoriter yönetime rıza gösteriyorlar. Dünün devlet mağduru bugün devletin sahibi konumuna yükseldiler. Bunu hiç kuşkusuz Kürt karşıtlığına, Gülenciler yerine Alperenlerin, Balyozcuların, Ergenekoncuların kalıntılarını ikame etmeye ve Türk milliyetçilerine borçlu.
İkincisi AK Parti, siyasette yeni sağ merkez inşa ettiği. Kendinden önce merkez sağın çoğulcu yapısını içinde eritti ve merkez sağı daha fazla Türkçü bir noktada tahkim etti. Cumhuriyetin kurucu felsefesini kendine rehber eden Türk toplumu bu çizgiye gereğinden fazla rağbet ederek, evrensel insanlık durumuyla arasında inceden de olsa çizgi çekti. Toplumun büyük bölümü yurttaş olmayı değil tebaa olmayı yeğledi.
Üçüncü özellikle 2015 sonrası İslami muhafazakârların ve AK Parti’nin bu politik dönüşümü, bölgesel ve uluslararası siyasal gelişmelerle bütünleştiğinde büyük bir siyasal güç devşirmeyi başardı. Türk radikal milliyetçilerle birlikteliğini inşa ederken ana muhalefeti, beyaz aydın aklını da kısmen teslim aldı.
Dörncüsü ise statükocu ana muhalefet partisinin, bu zincirini kırmayı başaramaması her seçimde Recep Tayyip Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürüyor. Alternatifsiz güç algısının toplumda yaygınlaşmasını ve gerçeğe dönüşmesini getiriyor.
Eski HDP Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ-Selahattin Demirtaş, DBP Eş genel Başkanları Mehmet Arslan- Sebahat Tuncel ile pek çok Belediye Eş Başkanı, CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu, CHP PM üyesi ve Eski Milletvekili Eren Erdem gibi binlerce siyasetçi ve gazeteci, dört duvar arasında; cezaevinde kalmış bir politikacı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Türkiye demokratikleşme yolunda ilerleme ve merkeziyetçi idari yapıdan âdemi merkeziyetçi idari yapıya geçmek yerine, mevcudu korumayı tercih ederek Kürtlerin haklarını içeride dışarıda kullanmalarına engel olmaya karar vermesiyle bunlar yaşanmaya başladı. Demokratik siyaset alanını ve muhalefeti budamaya Kürt siyasetinden başladı. Meclisi ve yerel yönetimleri işlevsizleştirdi. Buna sessiz kalanlara sıranın gelmesi çok gecikmedi. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek veren ana muhalefet, sıra partili milletvekillerine, belediye başkanlarına geldiğinde çaresiz kaldı ve yapacak bir şeyi kalmamıştı. Keza DBP üyesi belediye başkanlarının görevden alınmasını onaylayan birçok AK Parti’li belediye başkanı da görevlerinden ağlayarak uzaklaşmak zorunda kaldıkları hafızalarda yerini koruyor olsa gerek.
Dünyanın her ülkesinde bütün iktidarlar savaşa ve silahlı çatışmaya karar verdiklerinde işe demokrasiyi askıya almakla, en temel hakların kullanılmasını yasaklamakla başlarlar.
Demokratik siyaset zemini ortadan kaldıran, zayıflatan her türden sınırlama, tedbir ve uygulama şiddet ve çatışmaya davetiye çıkarmak biçimde gelişir. Milletvekillerin keyfi ve hukuksuz tutuklanması seçmenlerde sorunların Meclis’te çözüleceğine olan inanç ve güvenlerini de zayıflamaktadır. Meclis veya demokratik zeminleri zayıflatan irade, hükmetme iradesini elinde toplama, gayrimeşru yol ve yöntemle yönetme, iktidar etme arzusu taşıyor. Ya da sonuçları bu olur. Muhalif siyasetçileri, milletvekillerini, yerel yöneticileri cezaevlerine doldurarak ülkeyi kolay yönettiklerini sananlar aslında yönetemez olduklarını görmekten acizler. Ülke krizinin kronikleşmesine hizmet ediyorlar. Ülkenin normalleşmeye başlaması ve krizin ateşinin sönmeye yüz tutması siyasi tutukluların salıvermesiyle başarılabilir. Siyasi tutuklulara özgürlük talebini yükseltmek krizin de anahtarıdır.
Sitemizin köşe yazarı olarak gazeteci kimliğinizle Dünya basını ve Türkiye basınını kıyasladığınız zaman gözünüze ilk çarpan farklılıklar neler oluyor, Türkiye basınını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim ilk dikkatimi çeken ana akım medya dışındaki medyada da yer bulamayan yazar ve konuların ağırlıkta olmasıdır. Ana akım medyada oluşmuş olan gazeteci, yazar hiyerarşisine benzer bir hiyerarşi muhalif medyada da oluşmuş durumda. Farklı konular ve düşünceler kendilerine yer bulamamakta. Farkında olmadan da olsa birbirlerine benzemeleri ise etki alanlarını sınırlıyor. Sitenizin ise bunu amatör ruhla aşmaya çalışmasının önemle ve tizlikle üzerinde durulması gerekiyor.
Türkiye basını, resmi medya organı olma özelliğinden büyük ölçüde arınmış değil. Aksine Pravda’ya benzeme yarışı kızışmış durumda. Bunun dışında durma çabası gösteren bir elin parmağı ile sayılabilecek basın organlarının etki alanı iseoldukça zayıf ve mecalleri büyük problemlerle boğuşmaya yetmiyor. Özcesi Türkiye’de basın, basın organı olma özelliğinden mahrum ve uzak.
Söyleşimizi yazarlığınıza değinerek bitirmek istiyoruz. Yazmak sizin için ne ifade ediyor, yazmayı hayatınızda nasıl bir yere koyuyorsunuz? Şemdinli’den Ankara’ya Kürt Sorunu, Kürt Sorununda Çözüm Önerileri ve bunları bütünleyen bir kitap olarak Necmiye Alpay ile birlikte hazırladığınız Barış Açısını Savunmak’ ta neler anlattınız, isimler kitabı anlatsa da biz sizden kısa bir özet dinleyelim; devamını merak eden okurlarımıza da kitap evlerinde kitapların onları beklediğini söyleyelim?
Türkiye toplumunun hafızası fazlasıyla zayıf. Türkiye’de her şey çok hızlı geliştiği gibi bir güne sığdırılan çok şey oluyor çoğu zaman. Bu düşünceden hareketle yaşadığım ana tanıklıketmek ve söz uçar yazı kalır düşüncesinin gereğini yerine getirmeye çalışıyorum.Bir anlamda tanıklığımı yazıya dökmeye çalışıyorum. Yazma işi aktivist yaşantımı tamamlayan bir meşguliyet benim için.
Sözünü ettiğiniz üç kitap aynı zamanda AK Parti döneminde Kürt sorunu etrafında yaşananların, izlenen politikaların kayıt altına alınmasıdır. “Şemdinli’den Ankara’ya KürtSorunu” kitabı, iktidar partisinin soruna adına koymaktan imtina etmekle başladığı yürüyüşüne hareketinin liderinin “Kürt sorunu benimde sorunum, büyük devlet hatalarıyla yüzleşen devletlerdir” deme serüvenini, hatalarının anlatıldı dönemi kapsar. Yorum ve analizinötesinde gözlem içerir.
Çözüm Önerileri kitabı ise 33 aydın ve yazarın Kürt sorununa dair görüşlerinden, değerlendirmelerinde ve çözüm önerilerinde oluşur. Bu nedenle bir barış aratışıdır.
Necmi Alpay’la birlikte hazırladığımız Barış Açısını Savunmak kitabı ise 2014 yılı sonundaçözüm sürecinin risklerini, olanaklarını uluslararası deneyimler ışığında analiz eden bir kitap. Bu nedenle de çözüm sürecinin krizden çıkışına hizmet etmek maksadıyla hazırlanmıştı. İddia edebilirim ki, 2013-2014 sürecini derinlikli ve kapsamlı ele alan yegâne çalışmadır. Çok farklı görüşlerden insanımızın emeğinin ürünüdür.
Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ederiz…