Türkiye’nin Müzakere Hikâyesi             

Tükenmez Sayı 23 Güz 2016

Spot) 23 yıllık görüşme, ateşkes ve müzakerelerin muhasebesinin yapılması zorunlu. Bu yangının toplumun, siyasetin, idari, yönetsel yapının kökten reorganize edilmesiyle söndürülebileceği, egemenliğin tek elde toplanması ve merkezi yönetim modelinin sonuna gelindiği bilinmeli

Hakan Tahmaz

Çözüm Süreci’nin bitirilmesinin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti. Kıran kırana bir savaş yürütülüyor. Bu yazıda esas olarak devletin izlediği politikayı ele alacağım. Hiç kuşkusuz Kürt siyasal hareketinin pahalıya mal olan stratejisini ve hatalarını da masa yatırmak gerek. Şu kadarını ifade edeyim izlenen strateji ve yapılan yanlışlar savaşı daha da kızıştırdı, barışı zorlaştırdı.

1990’larda köyler yakıldı, boşaltıldı, 2015’de şimdi mahalleler, şehirler ortadan kaldırıldı. Keskin nişancıların hedefindeki binalardan yükselen insan çığlıkları kulaklarımızı sağır etti. İnsanlar bir yıldır düğünlerde, parklarda, dağlarda, intihar saldırılarında can verdiler, can aldılar. Hukuksuzluk, hukuk oldu. Keyfiyetin, yok saymanın ve ötekileştirmenin adı “milli irade” oldu.

Çözüm süreci olarak adlandırılan çatışmasızlığın kıymeti bu günlerde daha fazla anlaşılmaya başlandı. Üstelik bu ilk kez olan bir şey değil. Oslo sürecinde ve tek taraflı ateşkesler döneminde de aynı şeyler yaşandı. Her defasında evladı dağda, askerde ölme veya öldürme ikileminde bırakılmış analar parmakların tetikten çekilmesinin kutsallığını her gün yüreklerinin derinliklerinde yaşıyorlar. Kaçan fırsatların, yapılan hataların bedeli çok ağır oldu. 40 yıldır demokratik çözüme ayak diremenin bin bir oyunu sergilendi. Her oyun sonrası güvensizlik derinleşti. Çözümsüzlük düğümü büyüdü.

Barış arayışları konusunda hiçte küçümsenmeyecek birikime sahip olmamıza rağmen aynı yanlışlar tekrar edildi. Her defasında siyasal krizin derinleşmesi, komplo ve katliamlar yaşanması ve son yıllarda olduğu gibi savaşın seçimlerden hemen sonra yeniden başlaması tesadüf olmasa gerek.

Araçsallaştırmak ve sandık hesapları

PKK ile Türk devleti arasında yirmi üç yıl önce başlayan çatışmayı sona erdirme amaçlı görüşme /diyalog sürecinin ortak bazı noktaları hatırlamakta yarar var. PKK tarafında bu güne kadar ilan edilen 9 ateşkesin veya eylemsizliğin tamamı devletin dolaylı veya doğrudan PKK ile temas kurmasıyla başladı. Dolaylı temaslar PKK lideri Abdullah Öcalan yakalanmadan önce gerçekleşti. 1999 sonrasında çeşitli arabulucular vasıtasıyla kurulan temaslarla doğrudan görüşme ve müzakere süreci yaşandı.

Devlet için yirmi üç yıldır “PKK’nin varlığı ve silahlı eylemlerinin sona erdirilmesi” görüşmelerin temel ve esas konusu oldu. Yani devlet, konuyu güvenlik sorunu olarak ele aldı. Bunun aşılması ihtimali doğduğu her eşikte görüşmeyi veya müzakereyi kesti. Kürt sorununun demokratikleşme ve egemenlik haklarının paylaşılması konusu olduğunu kabul etmemek için ayak diretti. Demokratik Açılım, Oslo ve Çözüm Süreci’nde yol haritasının, müzakere programının netleştirilmesi aşamasında süreç bitirildi. Türkiye, uluslararası literatürde ön müzakere diye adlandırılan tarafların sorunun tanımda ortaklaşma aşamasını yirmi üç yıldır aşamadı /aşmak istemedi.

Bu konuda AK Parti çok fazla “gel git” yaşadı. 10 Ağustos 2005’de, dönemin başbakanı RTE Türkiye tarihinde ilk kez aydınlar heyetini kabulde Kürt sorununun varlığını kabul etti. Ama üç ay sonra başta asker olmak üzere devlet kurumlarının tepkileri nedeniyle bu tanımı kullanmayı terk etti. 2009 Yılında ilan edilen Demokratik Açılım, kısa süre sonra Milli Birlik, Kardeşlik ve Beraberlik Açılımı adını aldı. 2013’de Çözüm Süreci başladı, 2015 yılının ilk çeyreğinde itibaren “Kürt Sorunu yok, PKK terör sorunu var” noktasına dönüldü. Son olarak başbakan Binali Yıldırım 5 Eylül 2016’de Diyarbakır’da “çözüm mözüm yok” açıklaması yaparak güvenlik politikalarındaki ısrarlarını vurguladı. Özetle hükümetler enerjilerini toplumsal algı yönetimine harcadılar. Kamuoyunu yönetme “sanatıyla” kallavi Kürt sorununun üstesinden gelebilecekleri yanılgısına kapıldılar.

Sorunu doğru idrak edememek, ateşkeslere ve müzakerelere taktiksel yaklaşımı getirdi. Barış için ortaya çıkan olanakların bin bir türlü kirli küçük hesaplara, politik çıkarlara ve günlük ihtiyaçlara heba edildi. Kürt sorununun bir sonucu olan PKK’ nin etkisizleştirilmesi, tasfiyesi hayalleriyle ateşkesler ve görüşmeler araçsallaştırıldı. Kürt sorununun çözümü fırsatı olarak değerlendirilmedi.

Bu yaklaşım yirmi üç yıldır sürdü. 1999 yılında Öcalan tutuklanması ile örgütü yönetme, etkisiz kılma isteği biçimde yürütüldü. AK Parti döneminde çok sık ateşkesler salt sandıktan başarı elde etmeye indirgendi. Araçsallaştırma, özellikle son dönem bariz bir hal aldı. Hükümet, sorun olarak gördüğü her gelişmenin önüne muhataplarıyla müzakere ederek değil, Öcalan’ı devreye sokarak geçmeyi yeğledi. Bunun en tipiklerinden biri 6-7 Ekim 2014 Kobani eylemleri bitirilmesinde, diğeri ise HDP İmralı heyetine hükümetin yaptığı müdahalelerin yarattığı sorunların giderilmesinde yaşandı. Öcalan’ın müdahalesi ile sorunlar aşıldı. Öcalan’a, hem baş müzakereci gibi davranıyor, hem PKK ile ilişkilerde aracı gibi “kullanmaya” çalışılıyor. Öcalan bu duruma birkaç kez “size kendi kullandırmam” diyerek tepki gösterdi.

İmralı’da Tecrit

PKK lideri Abdullah Öcalan dünyada eşine ender rastlanan bir biçimde ilk günden itibaren İmralı’da tecrit hayatı yaşıyor. Abdullah Öcalan’a yönelik çıkarılan özel yasa 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. Ancak, görüşmelerin seyrine göre yasayı da aşan uygulama oluyor. 2006-2009 yılları arasında çok sayıda hücre cezası verildi. Ateşkes veya müzakere bitirilmek istendiğinde önce Öcalan’ın, avukatlarıyla ve ailesiyle görüşmesi yasaklandı. Bu rutin uygulamaya oldu. Abdullah Öcalan’ın, avukatlarıyla 27 Temmuz 2011’den, ailesiyle (4 Eylül 2016 yapılan son görüşme hariç) 6 Ekim 2014’ten, HDP İmralı Heyeti ile ise 5 Nisan 2015’ten bu yana görüşmesine izin verilmesi yasadışılığın, tecrittin ve görüşmeleri araçsallaştırılmasının boyutunu gösteriyor.

Çözüm Süreci görüşmelerinden biliyoruz ki Öcalan, devleti rahatsız eden bir tutum takındığında veya devletin beklentisine yanıt vermediğinde HDP Heyeti ile görüştürülmedi. Anayasal, yasal haklarını kullanması devletin ateşkes ve müzakerelerden beklentilerinin karşılık bulup bulamamasına indirgendi. En temel insani hakların masada bir koz olarak kullanılması ahlaki olmayan bir tutum halini aldı. Devletin Öcalan’a rehine muamelesi yapması görüşmelerin sonuç alıcı olmasına mani olduğu gibi güven sorununu da katmerleştirdi.

Restorasyon mu reorganize mi

Türkiye’nin görüşme, müzakere, ateşkesler ve çatışmasızlık hikâyesi dış dinamiklerin zorlamasıyla eski rejimin küçük restorasyonu biçiminde yaşandı. İçerdeki ve bölgedeki güçlü Kürt uyanışını, politikleşmesini restorasyonla savuşturmak istedi. Bu açık gözlülüğünün yarattığı gerilim ve çatışma bugün tünelin sonunu görememeye yol açtı. Hâlbuki demokratikleşme konusunda tutarlı bir siyasal irade, bütün bu süreçleri toplumsal değişim ve dönüşümün önünü açan ve barışı inşa eden fırsatlar olarak değerlendirebilirdi. AB ile müzakere sürecinde yakalanan ivme buna büyük bir enerji aktarıyordu. Kürd hareketinin 1999 yıl sonrası yönelim değişikliği yapması da çok büyük fırsatlar sundu. Mevcut iktidarın ilk günlerinde yakaladığı değişim ve dönüşüm rüzgârının kıymetini bilmemesi, vaatlerini unutarak zalimleşmesi, mağduru olduğu devlette kendine yer edinmesi ve eski muktedirlere benzemeye başlaması bugünkü çözümsüzlüğü getirdi.

Başka ülkelerde de devletler çözüm ve barış arayışlarına büyük direnç göstermişlerdir. Devletlere göre silahlı örgütler çok daha hızlı ve kısa zamanda yeni sürece uyum sağlamışlar, adapte olmuşlardır. Ancak bizdeki kadar yavaş ilerleyen ve uzun süre yerinde sayan bir örnek de yok. Yirmi üç yıl sonra inkar geride kaldı ama hakların kullanılması sağlanamadı. İlk kez çift taraflı ateşkes uygulandı, devlet resmen görüşme yaptı ve bazı düzenleme ve çalışmalara yöneldi. Sorunun tanımda tam bir ortaklaşma sağlanamadı ve çözüm planı netleşmedi. Çözümün kurul ve kuralları belirlenemedi. Ön müzakereden siyasal müzakereye geçilemedi.

Bizde çözümü zorlaştıran en önemli unsurlardan biri de Kürt sorununun bölgesel sorun olmasıdır. Aynı zamanda birçok devletin çıkar çatışması yaşadığı ve içinde aktif yer aldığı bir sorun olmasıdır. Benzer durumda olan başka bir ülke başka yok. Bunlar Türk devletinin kuruluş kodlarında değişimini zora sokan unsurlar, korkularını büyüten unsurlar.

Son bir yıldır yaşanan savaş bu Kürt korkusunun sonucudur. Korku sınırlarımızı çoktan aştı. Türkiye’nin, Kobani politikasını bu korkunun ürünü olduğunu Cerablus operasyonuyla bütün dünya gördü. Mevcut koşullarda Türk devleti bu eşiği kendi iç değişimi ile aşamayacak. Yalnız bölgesel (Suriye Savaşı ) gelişmeler Türkiye’yi zorluyor. Bölgedeki Kürt realitesini tanımaktan kaçmasının imkansızlığı ortada.Türkiye, bu durumdan çıkış için mutlaka eski politikalarında ve yaklaşımlarında kopmak zorunda. Bunun zaman alacağı açık. Başbakan Binali Yıldırım’ın 4 Eylül 2016’da Diyarbakır’da “Çözüm mözüm yok” açıklaması ve Abdullah Öcalan’ın 11 Eylül 2016 tarihinde kardeşi Mehmet Öcalan aracılığı ile yaptı “ben hazırım devlette hazırsa 6 ay içinde çözeriz” sözlerinin devlette bir karşılığının olmadığı görülüyor. Hatta HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması sonrasında yargı süreçlerin hızlanması, KHK ile öğretmelerin ve akademisyenlerin işten atılmaları ve belediyelere kayyum atanması Kürt siyasal hareketine karşı siyasal kırım operasyonlarının yaygınlaşacağını ve çatışmaların bir süre daha süreceğini gösteriyor.

Darbe girişimi fırsatçılığı barışın yolu tıkıyor

Artık yirmi üç yılık görüşme, ateşkes ve müzakere süreçlerinin bütünlüklü muhasebesinin yapılması zorunludur. Bu muhasebeden çıkarılacak derslerin başında bu yangının restorasyonla değil, devletin, toplumun, siyasetin, idari, yönetsel yapının kökten reorganize edilmesiyle söndürülebileceği geliyor. Egemenliğin tek elde toplanması ve merkezi yönetim modelinin sonuna gelinmiştir. Türkiye’nin burada direnmesi veya daha fazla merkezileşmeye, daha fazla tekçiliğe yönelmesi zaman, enerji kaybı kadar “çağın gerisinde” kalması sonucunu doğuracaktır. Türkiye’yi yalnızlaştıracaktır.

Bu yola girmek için 15 Temmuz darbe girişiminin engellenmesi bir fırsattı. Ancak değerlendirilmedi. İntihar saldırıları, askeri ve siyasi operasyonlar, silahlı eylemler, HDP’yi dışlayan tutumlar, Meclis’te üç partinin milli birlik cephesi kurması barış arayışlarını daha da zora soktu. Türkiye’nin faturasını ağırlaştı.

Darbe girişimini fırsat dönüştürmek isteyen iktidarın, OHAL ve KHK’lerle ülkede adeta “ara rejim” ilan etmesi, belediyelere kayyum ataması, on binlerce kamu emekçisinin iş akdini fesh etmesi ve milli mutabakat politikalarına karşı çıkanlara cadı avı başlatması çözüm adresi olmaktan çıkardı. Cerablus askeri harekatı sonrası Türkiye Suriye savaşının doğrudan tarafı durumuna gelmesiyle barışın muhatabını yaratmak daha acil bir konu halini aldı.

 

Barışa giden yolun önünün açılması için ilk adım Abdullah Öcalan’a uygulanan görüş yasağının kaldırılması olmalıdır. Siyasi görüş yapmasına olanak tanınmalıdır. Buna paralel, çatışma alanı dışındaki her türden silahlı eylemler, intihar saldırıları ve askeri operasyonlar sona ermelidir. HDP ve seçilmiş yerel yöneticilere dönük siyasi kırım hareketi ve kayyum atamaları durdurulmalı, demokratik siyaset zemini güçlendirmelidir.