Türkiye, Kürt sorununda 64. hükümetin nasıl bir politika izleyeceğini bekliyor. Çözüm sürecinin nasıl bir hâl alacağı, en fazla merak edilen konulardan. Dolmabahçe’de kurulan masaya dönmek artık imkânsız. Yeni bir masa olacağı kesin. Masa nerede, nasıl kurulacak ve kimler yer alacak konuları belli değil.
Bugünkü manzaraya bakarak gelecek öngörüsünde bulunmak yanıltıcı olabilir. Bir geçiş dönemindeyiz ama ortalık fazlasıyla toz duman. Bugün bütün olup bitenler geçmişte yaşananlardan zerrece ders çıkarılmadığını gösteriyor. Daha dün lanetlenen hangi politika varsa bugün yeniden deneniyor.
Son dört ay içinde hep birlikte büyük bir akıl tutulması yaşadığımız çok açık. Bu akıl tutulması girdabında hükümetin geleceğe dair verdiği işaretler tehlikenin büyüklüğünü ve nelere mal olabileceğinin emareleri.
Tam bir hafta önce AK Parti sözcüsü Ömer Çelik, MKYK toplantısı sonrasında yaptığı açıklamada Çözüm Sürecine “ Milli Birlik ve Kardeşlik süreci demek daha doğrudur. Barış Süreci dendiğinde iki taraf var gibi anlaşılıyor, bu yanlış” açıklamasında bulundu. Bu kendi başında çok fazla bir şey ifade etmez. Ama aynı kişinin “Sürecin artık muhatabı millettir” ve Cumhurbaşkanın seçmene “ 400 milli vekil lazım” Başbakanın, 1 Kasım seçimi gecesi yaptığı Balkon konuşmasında “Milli anayasadan” söz etmesi gidişatı ve yaklaşan felaketi gösterir nitelikte.
AK Parti, her şeyi “millileştirerek” yol almaya çalışıyor. Partiyi, milli cephe olarak tahkim etmenin derdinde.
Kürd meselesinde 2009 yılında uygulamaya çalışılan “Milli Birlik ve Kardeşlik” yaklaşımını terk edip Çözüm Sürecini yürüten AK Parti’nin, yaşananlardan çıkardığı ders, eski yerine dönmek ve her şeyi “millileştirmek” projesi üretmek olmuşa benziyor. Hazırlanan 64’ncü Hükümet programında bu yaklaşımın boyutları ortaya çıkacak.
1 Kasım seçim sonuçlarını, belirleyen istikrarın bozulacağı ve kaos ortamı oluşacağı kaygısıdır. Hükümetin Kürd politikası istikrarın bozulmasına da veya kaos ortamının oluşmasına da kapı aralayacak bir önemdedir. Kürd sorunu bütün ağırlığıyla istikrarın üzerine abanıyor.
Güvensizliği sistematik hâlde sürdürerek dünyada hiçbir sorununun çözüme kavuşturulduğu görülmüş değildir. Güven artırıcı önlemler ve uygulamalarla ise toplumsallaşmış sorunların çözüm zeminleri güçlenmiştir. Bugün belirsizlik, karşılıklı güçlenmiş güvensizlik ortamında Silvan’da, bir süre önce Cizre’de ve birçok kentte yaşanan vahşetin benzerinin yaşanıyor olunması önümüzdeki dönem oldukça karmaşık ve yeni türden derin problemler üreyeceğini gösteriyor gibi.
Her şeyden öte bugün bölgede problem çözmek için başvurulan yöntemlerin tümünün sorunlu, hukuktan yoksun olduğunu tespit etmek gerek. 23 Temmuz sonrasında uygulanan sokağa çıkma yasakları da, devletin kamu otoritesini tesis etme yöntemi de, kamu düzenini ve güvenliği sağlama anlayışı da, devlet baskısına, hak ihlallerine, şiddetine ve tankına- tüfeğine karşı öz savunma pratikleri geliştirme de sorunludur. Savaş ve çatışmada sivillerin hedef alınmaması ve zarar görmemesi prensibi yerle bir edildi. Savaş ve çatışma eskiden farklı olarak dağlardan mevzilerde kentlere, mahallere, sokaklara taşınmış ve dört aydır buralarda sürdürülüyor. Sivil yaşam alanlarının ve insanları zarar görmesi, kentlerin tahrip edilmesi ve çocuk, yaşlı, polis asker, kadın, genç ayırımı yapmadan yaşamlarına son verilme hakkı, ne devletin, ne de çatışmayı yürüten silahlı Kürd güçlerin hakkıdır.
Devlet, “terörle mücadele” bahanesiyle dahi olsa bunları yapamayacağı gibi öz savunma adı altında da olsa hiçbir silahlı/silahsız siyasal güç bu yola sapmaya hakkı yoktur. Türkiye’ye egemen olan olağanüstü hâli, olağan hâle dönüştüren bir hükümet programıyla bırakalım Çözüm Süreci’ni buzdolabından çıkarmayı, demokratikleşme konusunda bir arpa boyu yol alamaz. Cizre’de duran hendekleri kaldıracak, Silvan’da ölümleri durduracak bir yoldan yürümek tek çıkıştır. Bu da her durumda ve her düzeyde diyalog ve müzakeredir.