Barışın inşası için nefret söylemi ve suçlarıyla mücadele, Türkiye Barış Meclisi’nin öncelikli hedeflerinden birini oluşturuyor. Türkiye Barış Meclisi, farklı siyasal görüş, inanç, etnisite, meslek ve kültürden gazeteci, yazar, edebiyatçı akademisyen, sanatçı, sendikacı, barış aktivisti 367 kişi tarafından 1 Eylül 2007 tarihinde kuruldu. İki yılla yakın bir zamanı alan kuruluş çalışmaları sırasında yürütülen program tartışmasına Ankara’da yapılan kuruluş toplantısında büyük bir mutabakatla son hali verilerek oy birliği ile kabul edildi. Barış Meclisi, Türkiye’nin en yaygın sivil yurttaş girişimlerinden biri. Kuruluş Bildirgesi adı verilen program, Barış Meclisi’nin çalışmalarının temel ilkelerini oluşturmakta. Her türden ve düzeydeki çalışma bu esaslar ekseninde yürütülmektedir.
Türkiye Barış Meclisi, nefret söylemine ve suçuna karşı mücadelesini Kuruluş Bildirgesi’nin 3. ve 4. maddelerine dayandır. Kuruluş Bildirgesi’nin 3. maddesi “Barış dilde başlatılmalı; özellikle siyasetin dili, şiddete yol açan ayrımcılıktan ve milliyetçilikten arındırılmalı, ötekileştirici, yabancılaştırıcı ve düşmanlaştırıcı tüm söylemler terk edilmelidir. Çünkü siyasette soy mensubiyetine dayandırılan milliyetçi söylem ve özcü yaklaşımlar, karşıtını da doğurmakta, yurttaşlar arasındaki güven ve birlik ortamının oluşmasına zarar vermektedir.” Bildirgenin l4. Maddesi ise, “Herkesin etnik kökeni, dinsel inançları, mezhebi, cinsiyeti, cinsel yönelimi, siyasal görüşleri nedeniyle ya da başkaca bir nedenden dolayı ayrımcılığa uğramaksızın eşit hak ve sorumluluklar ile siyasal alanda aktif özne olarak yer alabilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır” biçimindedir.(wep:www.turkiyebarismeclisi.org)
Türkiye Barış Meclisi, kısa süre önce İletişim Yayınlarından çıkan, “Kürt Meselesi’nde Algı ve Beklentiler” kitabındaki, KONDA Araştırma Şirketinin 2010 Temmuz’unda yaptığı saha araştırmasının verilerinde de görüldüğü gibi son yıllarda hızla gelişen nefret söylemine ve ayırımcılığa karşı, yukarıdaki perspektifle mücadele yürüttü, siyasal aktörleri ve tarafları uyarmaya çalıştı. Toplumda bu sorunlar etrafında duyarlılık oluşması için çabalar gösterdi. Bu konu, gerçekleştirdiğimiz bütün etkinliklerin ana başlıklarından bir oldu. Çünkü barışı gerçekleştirmek barışın dilini kurmaktan geçiyor. Savaş ve çatışma dönemlerinin dilinin kullanılmasına devam edilerek, kalıcı barışa ulaşmak imkânsızdır. Bu nedenle, Barış Meclisi öncelikle nefret söyleminin ve ayrımcılığın terk edilmesini ana sorun olarak ele alıyor.
Türkiye Barış Meclisi bu yaklaşımını, AK Parti tarafından 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrası gündem getirilen yeni sivil demokratik anayasa tartışmasına katkı sunmak amacıyla Ankara’da 9–10 Şubat 2008 tarihlerinde düzenlediği “Yeni Anayasa Sürecinde Demokratikleşme Ve Kürt Sorunu Konferansında” derinleştirdi. Barış Meclisi, yayınladığı konferans sonuç bildirgesinde yeni anayasada ayrımcılığın açıkça yasaklanmasını ve nefret söylemi ve suçunu önleyici hükümlerin yer almasını talep etti.
Özellikle son yıllarda yaygınlaşan ve kendini açığa vuran nefret söyleminin her gün yeniden ürettiği ayrımcı davranışlara karşı siyasal aktörleri ve toplumu uyarmak amacıyla bu yıl akademisyen ve konunun uzmanlarıyla birlikte geniş katılımlı basın toplantısı düzenledik. İlkini 9 Ocak 2011 tarihinde İstanbul’da ikincisini 26 Şubat 2011 tarihinde Adana’da gerçekleştirdik. Her iki basın toplantısında da nefret söyleminin önlenmesi için yasal düzenlemeye olan ihtiyaca ve bunun ivedilikle yapılmasına dikkat çektik.
12 Haziran 2011 seçimleri nedeniyle yirmiye yakın akademisyen ve siyasetçiyle hazırladığımız ve 22 Nisan 20011 tarihinde Kadiköy Çaferağa Spor Salonunda aydın, yazar, siyasetçi, sendika ve meslek örgütü yöneticileriyle birlikte, geniş katılımlı şölende açıkladığımız “Barış İçin Eşit Yurttaşlık Bildirgesi’nin belli başlı taleplerinde biri de ayrımcılık ve nefret suçunun önlenmesi oluşturdu. Türkiye Barış Meclisi, bu açıklamada nefret söylemini ve suçunu önlemeyecek ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele etmeyecekler oy vermeme çağrısı yaparken, aynı zamanda aday ve partilere de bunlar için mücadele etmeleri çağrısı yaptık. Böylece demokratik bir seçmen ve seçilen iradesinin oluşmasına katkı sunmaya çalışmıştır.
Türkiye Barış Meclisi’nin bu doğrultuda gösterdiği çabaların en önemlilerinden bir diğeri de dönemin hükümetinin Kürt Açılım’ıyla ilgili hazırladığımız broşür oldu. AK Parti hükümeti tarafından Temmuz 2009’da gündeme getirilen Kürt Açılımı’nı programının eleştirisini ve önerilerimizi içeren broşür, Haziran 2010 tarihinde hükümetin bir yıllık uygulamalarının gözlemini de içeren bir tarzda açılımdan tam bir yıl sonra hazırlandı.
Broşürün, AK Parti hükümetinin açılım programının orta vadeli adımlar bölümünün eleştirisini ve önerilerimizi içeren bölümünü olduğu gibi aktarmam okuyucuların, Türkiye Barış Meclisi hakkında doğru fikir sahibi olmalarını kolaylaştıracaktır.
Orta Vadeli Adımlar
“Bağımsız bir ‘Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu’ kurulacak.”
Değerlendirme: TİHV Dokümantasyon Merkezsinin verilerine göre, 2009 yılında farklı illerde ayrımcılık ve nefret söylemi içeren 37 linç ve benzeri şiddet girişimi/eylemi gerçekleşmiştir. Bu saldırılar sonucunda 4 kişi yaşamını yitirmiş, 43 kişi yaralanmış, 13 kişi memleketine geri dönme kararı almak zorunda bırakılmış ve 42 ev ve işyeri hasar görmüştür.
Yıl boyunca gerçekleşen 37 linç ve benzeri şiddet girişiminden/eyleminden 27’si (%73) Kürt Açılımı tartışmalarının başladığı Temmuz 2009’dan sonra gerçekleşmiştir. Gerçekleşen bu tür 8 saldırı ise (%22) ise 19 Ekim 2009’da Hêzên Parastina Gel-Halk Savunma Güçleri (HPG) militanlarından ve Maxmur Kampı’nda yaşayan mültecilerden oluşan 34 kişinin Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye dönmesinin hemen ardından 23-25 Ekim 2009 tarihleri arasında gerçekleşmiştir.
2010 yılında da ayrımcılık ve nefret söylemi içeren linç ve benzeri şiddet olayları yaşanmıştır. Çeşitli gerekçelerle 95 kişi bu tür saldırılara maruz kalmış, 25 kişi yaralanmış ve 74 kişi de yerinden yurdundan edilmiştir.
Her ne kadar Anayasa ve yasalarımızda tüm yurttaşların kanun önünde eşit kabul edildiği ve ayrımcılığa uğramayacağı belirtilse de, bu veriler çok açık bir şekilde göstermektedir ki yurttaşların bir bölümü ayrımcılık karşısında yeterince korunamamaktadır.
Aslında Cumhuriyet tarihi boyunca geriye doğru bakıldığında, devletin ayrımcılık ve nefret söylemi içeren linç ve benzeri şiddet uygulamalarına adeta bir çeşit “kriz yönetme pratiği” olarak yaklaştığı görülecektir.
Elbette her olayda kamu görevlilerinin doğrudan sorumluluğu olduğu söylenemez. Ancak, Manisa Selendi de Roman’lara yönelik gerçekleşen saldırı olayında olduğu gibi kamu görevlileri genellikle olaylar öncesinde, sırasında ve sonrasında görmezden gelen, onaylayan ya da teşvik eden hatta kışkırtıcı tutum ve davranışlar içinde olabilmektedirler.
Bu durumun yakın tarihli tipik örnekleri, Ahmet Türk’e yapılan saldırı Samsun’da ve Şerzan Kurt adlı Kürt kökenli öğrencinin yaşamını yitirdiği Muğla’da yaşanmıştır. Her iki olayda da doğrudan ya da dolaylı sorumluluğu olan güvenlik görevlileri hakkında kovuşturma başlatılması, hatta tutuklamaların olması sevindiricidir.
Genellikle bu tür saldırılara, kamu görevlileri ve siyasîler tarafından “milletin haklı tepkisi” ve “doğal refleksi” olarak değerlendirilerek meşruluk kazandırılmaktadır. Çok gerilerde değil, daha 2008 Kasım’ında Başbakan Tayip Erdoğan, o tarihlerde İstanbul Okmeydanı’nda protesto gösterisi yapan DTP’lilere yönelik bir grup yurttaş tarafından gerçekleştirilen silahlı müdahaleyi “eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz vatandaşta kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa o da kendini savunma yoluna gidecektir” ifadeleriyle onaylamıştı.
Elbette, ayrımcılık her seferinde çıplak şiddette dönüşmüyor. Gündelik yaşamda, sokakta, iş ilişkilerinde, resmî dairelerde pek çok yurttaşımız, etnik, dinsel, cinsel ya da cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğramaktadır.
Kürt Sorunu’nun temelinde ayrımcılığın yatıyor olması, bilhassa da ayrımcılığın sık sık şiddet boyutuna sıçrayarak toplumda düşmanlık tohumları eken, gündelik yaşamda ayrışmayı derinleştiren bir hal alması aslında bağımsız bir “ayrımcılık komisyonu” oluşturulmasını çok değerli ve desteklenmesi gereken bir çaba kılmaktadır. Ancak, egemen zihniyet yapısı değişmedikçe ve hükümetin bugüne kadar ki pratiğine baktığımızda böylesi bir komisyonun gerçekten bağımsız, etkili ve işlevli olması kuşkulu görünmektedir.
Kaldı ki ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu’nu içeren bu konudaki hazırlık hükümet tarafından henüz bir yasa tasarısına dahi dönüştürülmemiştir.(Türkiye Barış Meclisi: AKP Hükümeti’nin “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” ya da “Demokratik Çözüm Programı” Eleştirisi: sayfa 16–18 )
Bu süreçte hükümete oldukça yaygın çevre ve kurumdan, oldukça fazla aydın ve akademisyenden benzer uyarı, eleştiri ve öneriler iletilmiş olmasına rağmen bunların hükümetin tutumunda ve yaklaşımda her hangi bir değişiklik yarattığını söylemek mümkün değil. Aksine hükümet, Kürt Açılımı’nın adını dahi ayrımcılığı çağrıştıran “milli birlik ve beraberlik projesi” olarak değiştirdi.
Hrant Dink Cinayeti Sonrası
Birçok ülkede, nefret söyleminin, suç kategorisinde değerlendirme, tartışması son yıllarda yoğun bir biçimde yapılıyor. Ancak Türkiye’de nefret söylemi ve sucu, her gün, her an, her yerde, her sınıftan ve farklı sosyal statüye ve kültüre sahip kişilerin sıkça işlediği bir suç olmasına rağmen, hiçbir önleyici ve caydırıcı yaptırımı olmayan suçların başında nefret söylemi gelmeye devam ediyor. Bir anlamda Türkiye dünyayı oldukça geride takip ediyor diyebiliriz.
Türkiye’de nefret söylemi ve sucunun tartışılması 19 Ocak 2009 tarihinde Agos Gazetesi Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra başladı. Çünkü Hrant, Ermeni bir gazeteci olarak, Ermeni Sorunu konusundaki düşünce ve kimi iddiaları nedeniyle milliyetçi ırkçı çevrelerin ve kimi devlet kurumlarının hedef gösterilmesi sonucu öldürüldü. Bir anlamda Hrant Dink cinayetinin akademik ve siyasal çevrelerin gözü açtığını söylemek mümkün.
Nefret söyleminin siyasal zemini
Bu topraklardan nefret söylemi ve bu söylemin politik tezahürü olan ayrımcılık, toplumsal yaşamın en derinliklerinde yer edinmiş bir toplumsal vakadır. Günlük yaşamın vazgeçilmez, en yerleşik dili, politik ve kültürel var oluşudur. Farklı etnik, inanç ve kültürel kimliklere sahip, değişik sosyal kesimlerden insanlar arasında, azınlıklara yönelik nefret söylemi ve ayrımcılık çocukların dünyaya gözünü açmasıyla başlıyor. Ermeni, Rum, Roman, Alevi ve Kürt vatandaşlara yönelik nefret ve ayrımcı söylemi ebeveynler, çocuklarını “terbiye etmede ” çok sık kullanmaktalar.
Bunun esas nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisidir. Cumhuriyeti kurucu kadrolarının yukarıdan aşağıya tek tip toplum yaratma yaklaşımı tarih boyunca kendine, her daim “öteki” üreterek gelişmiştir. Öteki çoğu zaman alt sosyal kesimden, ya Türk olmayan farklı etnik kimlikten, ya da suni Müslüman olmayan inanç gruplarından insanlardan olmuştur. Bu acıdan nefret söylem ve sucunun toplumsal alt yapısının ortadan kaldırılması, kurucu ideolojinin masaya yatırılmasını gerektiriyor. Başka birçok konuda olduğu gibi, bundan da geri durarak, nefret söyleminde toplumsal değişimi sağlamak oldukça zordur. Başka bir ifadeyle Cumhuriyetin kurucu ideoloji Kemalizm’e dokunmadan nefret söylemiyle mücadelede yol almaya çalışmak, dolambaçlı yola girmektir. Kemalizm’in omurgasını oluşturan ayrımcılığının ve milliyetçiliğin aynı zamanda toplumda nefreti besleyen fikri akım olduğu gerçeği kavrandığında, bu söylenen daha kolay anlaşılacaktır. Burada ayrımcılık ve milliyetçilik anahtar iki kavram olarak işlev görmektedir.
Toplum her kesiminde ve kademesinde milliyetçiliğin ve ayrımcılığın yaygın ve etkin olması aynı zamanda toplumsal kesimlerin bireysel ve kolektif haklarının kullanılmasını, gerçekleşmesini engelleyen bir tıkaçtır. Bu, Türkiye demokrasisinin kadük olmasına, gelişememesine ve yerleşememesine yol açıyor. Başka bir ifadeyle nefret söyleminden arınamamış ve nefret suçlarıyla mücadeleyi benimsememiş bir topluluk demokratikleşmeyi başaramaz. Demokratikleşmenin yaşamda karşılık bulması, toplumsal değişim ve dönüşümle olabilecek bir şeydir. Toplum, kendisi gibi düşünmeyene, kendisi gibi olmayana tahammül etmeyi, birarada yaşamayı öğrenmediği, içselleştirmediği ve eşit var oluşları kabul etmediği sürece demokratik değerlerden uzak duruyor demektir. Kısacası Türkiye’nin demokratikleşmesinin panzehiri Kemalizm’den arınmaktan, sorgulamaktan ve kurucu ideolojinin yerine, 21.yüzyılın evrensel değerlerini ve insanlığının kazanımlarını geçirmekten geçiyor. Kurucu ideolojinin etki alanları, demokratik ve özgürlükçü bir anlayışla sınırlandırıldığı ölçüde evrensel demokratik değerlere yaklaşalabiliriz. Bunun en önemli kriterlerinden biri de nefret söyleminden toplumsal olarak arınmaktır. Bu oldukça zor ve uzun bir sürec alacaktır.
Bugün, bu süreç başlamıştır. Bir ülke tarihi acısından oldukça uzun sayılabilinecek bir süre sonra, Cumhuriyetin kurucu ideolojinin sorgulanmaya başlanmış olunması, cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte zorla Kemalizm elbisesi giyindirilmeye çalışılan Kürtlerin ve İslami kesimin buna karşı geliştirdikleri direncin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Kemalizm karşı geliştirilen direnç, aynı zamanda ayrımcılığa, milliyetçiliğe ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan nefret söylemi ve suçuna karşı direncin mayalanmasının zeminini oluşturuyor.
Bu acıdan Kemalizm’in, nefret söylem ve suçunu besleyen ayrımcı ve milliyetçi ideolojik yapısını kısaca bir irdelemekte yarar var.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, dağılmış Osmanlı imparatorluğunun “kalıntılarında” Türk ulusu devleti yaratma projesidir. Çok dinli, çok etnikli, çok hukuklu imparatorluktan, milli kapitalizmin gerektirdiği belli bir “birlik ve beraberlik” sağlayarak yeni bir ulusu kurmak o kadar kolay değildi. “Birlik ve Beraberlik” denilen şey, “farklı olanın başat etnik/dinsel grubun değerlerine uymaya zorlada olsa rıza göstermesini sağlamaktır. Bunun bir gereği olarak ırkçı, tekçi ( tek dil, tek ulus, tek vatan ve tek bayrak) politikaları, gayrimüslimleri ve Kürtleri yok sayma ve yok etme üzerine kurulmuştur. Kurucu ideolojinin bu felsefesini çok güzel özetleyen “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözü, ayrımcılığın ve milliyetçiliğin ete kemiğe büründüğü ve toplumsal nefreti besleyen slogan olarak, bugün hala bütün albenisini korumaktadır. Aslında kısa bir süre önce 28 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı e-muhtıranın son cümlesinde “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”sözlerinin yer alması, karşı karşıya olduğumuz sorunun boyutlarını göstermesi bakımında oldukça ilginçtir. Bu başka bir ifadeyle toplumdaki ayrımcılığın ve nefret kültürünün kaynağını oluşturan ideolojik yaklaşımın köklerinin ne derece derinlikli olduğunu göstermektedir. Bu aynı zamanda cumhuriyet tarihi boyunca farklı olanların “Ne Mutlu Türk’üm” sloganını benimsemiş olmalarının da eşit muamele görmeye yetmediği ifadesidir.
Kurucucu ideolojinin sonuçları
1942 Varlık Vergisi ve 6–7 olayları bunun ilk örnekleri olabilecek vakalardır. Asimilasyoncu “Vatandaş! Türkçe Konuş” ve “ Haydi Kızlar Okula” kampanyaları, Varlık Vergisi gibi uygulamalar Türk milliyetçiliği ekseninde asimilasyon ve ayrımcılık uygulamalarının iç içe yürütüldüğünü gösteriyor. Bu vakalar detaylı irdelendiğinde genel olarak birbirini dışlayan iki kavram gibi gözüken asimilasyon ve ayrımcılık kavramları, Türk ulusunu yaratmada “kardeş” iki kavram işlevi gördüğü anlaşılmaktadır.
Bu zihniyetin belirlediği resmi devlet söylemi, politikaları, uygulamaları ve egemen siyasetin dili, hiç kuşkusuz nefret suçlarının ve söyleminin toplumsal bir sorun haline gelmesine yol açmıştır. Son yıllarda bunun örneklerine çok sık rastlanmaktadır. Karadeniz ve özellikle Ege’de neredeyse rutin günlük vakalar halini almaya başlayan olaylar bunun sonucudur. İzmir’in Kemalpaşa ilçesinin Bağyurdu beldesindeki Kürtlerin Aydın’da çadır kurmak zorunda bırakılmaları, Trabzon’da TAYAD’lılar linç edilmek istenmesi, Denizli’nin Çivril ilçesinin, Özdemirci beldesinde bir Kürt ailenin “Kürtler çoğalıyor, köyü ele geçirecekler” diye kovulması, yine İzmir’de Türkçü Toplumcu Budun Derneği “Kürt nüfus azaltılsın, Kürtler kısırlaştırılsın” kampanyası başlatması bu resmi ırkçı, ayrımcı devlet ve siyaset anlayışının sonucudur.
Bunlar bugüne kadar “Halk PKK veya terör yüzünden galeyana geldi” deyip geçiştirilmeye çalışıldı. Toplumda kin ve nefret duygusunu güçlendiren ve başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin bir dizi sorununun daha fazla kronikleşmesine yol açan gelişmeler olduğu görülmedi veya görülmek istenmedi.
Konunun daha iyi anlaşılması açısından birkaç örnek vakayı hafızlarımızda canlandırmakta yarar var. İlk vakalarda biri 2005 Newrozunda Mersin’de yaşanan bayrak hadisesi üzerine gelişti. 23 Mart 2005 tarihinden Genelkurmay Başkanlığı meşhur “sözde vatandaş” bildirisini yayınladı. Hatırlamakta yarar var, dönemin Genelkurmay Başkanı bugünlerde isimi Ergenekon ve darbe tartışmaları nedeniyle anılan Hilmi Özkök’tü. Bir gün sonra 24 Mart 2005 tarihinde Ankara Üniversitesi Senatosu, basın açıklamasıyla bu bildiriyi desteklediğini duyurdu. Kısa bir süre sonra 29 Ağustos 2005 tarihinde “Ordu Göreve” pankartı arkasında yürüyen Türk Solu dergisinin genel yayın yönetmeni Gökçe Fırat “Türk oğlu, Türk kızı Türklüğünü koru! Başlıklı yazısıyla “Kürtlerle alışveriş yapmayın, kız alıp vermeyin!” kampanyasını başlattı. Türk Solu dergisinin daha sonra çeşitli gösteri ve yürüyüşlerde “Ordu Göreve” pankartıyla yürüyüş yapması da rastlantı olmasa gerek.
Bir başka benzer vaka 6 Mayıs 2005 tarihinde İzmir’de yaşandı. Türkçü Toplumcu Budun Derneği “Kürt Nüfus Artışı Durdurulsun” başlıklı bir kampanya başlattı. Dernek hakkında bu kampanya nedeniyle açılan kapatma davası 2007 yılında derneğin kapatılmasıyla sonuçlandı.
Denizli’nin Çivril ilçesine bağlı Özdemirci beldesinde iki yıl önce Burhan İrez’in, Mustafa Kaya adlı şahısla aynı kadını sevmesi sonucu başlayan tartışma kavgaya dönmüştü. İrez ailesi belde sakinleri tarafından linç edilmek istenmişti. MHP Belde Teşkilatı Başkanı Mustafa Çakır ile Merkez Mahallesi Muhtarı İbrahim Dündar’ın “Bunlar Kürt, PKK’li. 4 kişi geldiler, 20 kişi oldular. Bunları köyden kovalım. Hiç kimse bunlara mal satmasın, iş vermesin. Biz kovmazsak köyü Kürtler ele geçirecek” diyerek belde sakinlerini kışkırtması sonucu, olay siyasi bir boyut kazanmıştı. Bunun üzerine Kürt aileler, beldeden ayrılmak zorunda kalmışlardı.
Bu olay sonrası Türkiye’de ilk kez Kürtler karşı girişilen linç eylemi nedeniyle dava açıldı. Belde’den göç eden Kürtlerin şikâyetçi olmamasına karşı Çivril savcısı Necati Kazak, MHP Belde Teşkilatı Başkanı Mustafa Çakır ve bazı mahalle muhtarlarının da aralarında bulunduğu 16 kişi hakkında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçlamasıyla kamu davası açtı.
Hakkâri ve Kürtlere karşı nefret
27 Nisan 2011 tarihinde PKK’nin silahlı kanadından 7 HPG militanının Dersim (Tunceli) in Pülümür ilçesine bağlı, Ağaşenliği kırsal alanındaki sığınaklarında öldürülmesiyle başlayan olaylar sonrasından yaşananlar, nefret söyleminin toplumun dokularına ne derece işlediğinin göstergesi oldu. Öldürülen HPG militanlarının Diyarbakır’da yapılan cenaze törenleri sırasında esnafının çok yaygın kepenk kapatması ve cenazeye katılımın yoğun olması bir anlamda, Kürtlerin, “sabrın sınırlarına dayandıklarının” işareti sayılabilecek bir gelişmeydi. Bölgenin birçok kanaat önderinin, cenaze törenlerini, uzun yıllar önce öldürülen ve bölgenin en saygın kişileri olan Vedat Aydın ve Musa Anter’in cenaze törenlerinden sonraki “en yoğun katılımlı ve tansiyonu en yüksek” cenaze törenleri olarak tanımlaması Türkiye’nin uçurumun kenarından olduğuna işaret etmekte.
Bu olaydan hemen sonra 4 Mayıs 2011 tarihinde, Başbakan’ın Kastamonu mitingi nedeniyle Ankara’dan gelen Başbakanlık ve AKP görevlilerinin bulunduğu konvoya, dönüş yolunda Ilgaz Dağı eteklerinde PKK’nın silahlı kanadı HPG gerillaları tarafından saldırı düzenlendi. Saldırıda Kastamonu Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bir polis öldü.
Bu eylemden sonra biri Hakkâri Yüksekova’da, diğeri İstanbul Galatasaray’da yapılan iki ayrı gösteride kullanılan pankartlar dikkat çekiciydi. Yüksekova’da, 7 Mayıs 2001 Cumartesi günü, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’un bağımsız milletvekili adayı, BDP eski Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın seçim bürosunun açılışında “Kastamonu Eylemini Selamlıyoruz Yurtsever Gençlik” pankartı açıldı. Bir gün sonra 8 Mayıs 20011 Pazar günü Hakkari’de açılan pankarta yanıt olarak Kastamonu Derneklerinin ve bazı sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla, Galatasaray lisesi önünde düzenlen basın açıklamasında da “Hakkari’ye Selam! Çanakkale de İngiliz’e Fransız’a İzmir’de Yunan’a Sor Kastamonu Gençliği” pankartı açıldı.
Her iki pankarta hiç kuşkusuz Kürt sorununda bulunduğumuz eşiği ve karşı karşıya olduğumuz toplumsal tehlikeyi yeterince gözler önüne seriyor. Pankartların içerikleri ve açıldığı kentlere baktığımızda, toplumda ciddi bir duygusal kopuşun yaşandığını ve bu doğrultuda hızlı bir gidişatın olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.
Ancak bu haliyle kaldığında bu değerlendirme oldukça yüzeysel kalır. Her iki pankartın içerdiği başka gerçeklerinde ifade edilmesi gerekiyor. Bunlardan biri eşit ve demokratik bir ülkede birarada yaşama isteği içinde olanların, hiç olmazsa bir bölümünün hala “şiddetin” sorun çözme yöntemi olarak görmeye devam ettiği gerçeğidir. Bundan daha ciddi olanı ise şiddetle arasına mesafe koyanların da bu duruma sessiz kalmalarıdır. Hakkârili gençlerin imzasını taşıyan pankart, bizi bu gerçekle yüzleşmeye zorluyor. Başka bir ifadeyle burada, şiddet ve çatışmanın siyasal ve kültürel olarak yaşam dışına çıkarılması konusunda, toplum olarak almamız gerek çok uzun yolun olduğunu bir kez daha görüyoruz.
Bir başka üzerinde durulması gerek önemli nokta ise Kürt sorununda barışın sağlanması engelleyecek toplumsal nefretin, ayrımcılığın aleni bir hal almış olmasıdır. İstanbul’da taşınan “Hakkari’ye Selam! Çanakkale de İngiliz’e Fransız’a İzmir’de Yunan’a Sor Kastamonu Gençliği” pankartının buram buram ırkçılık kokan ve bütün Hakkârileri milliyetçi tepkilere hedef gösteren içeriğidir. Yüksekova’da taşınan pankartta bir eyleme dönük övgü söz konusuyken, İstanbul’daki eylemde Hakkâriler ötekileştiriliyor ve hedef yapılıyor. Aslında mesaj sadece Hakkârilere verilmiyor, Hakkâriler dolayımı ile Kürtlere veriliyor. Hakkâri’deki pankartı açanlara karşı tepki göstermenin ya da bunu dışa vurmanın ötesinde bir durum söz konusu. Eyleme katılan Hakkârilerle, Kürt meselesi ve bütün Kürtler bütün halinde ele alınıyor, onlara karşı nefret ve düşmanlık duygusu dışa vuruluyor. Kürt sorunu tartışmalarında milliyetçi ve ayrımcı politik duruş, Hakkâri üzerinden sergileniyor.
Bu aynı zamanda Kürt sorunun yeni evresinin de bir ürünüdür. 30 yıl önce Kürt sorunu merkezli, yaşanan savaş ve çatışmaya karşı, toplumda eylemlerin adresine karşı geliştirilen tepki, artık tüm Kürtlere karşı tepkiye ve nefrete dönüştü veya dönüştürüldü. 1990 yıllarda PKK’nin silahlı eylemleri sonrasında, PKK ve militanlarına karşı kullanılan dil ve savaşın nedenleri üzerine kurulan resmi her cümle bugün artık bütün Kürtlere karşı kuruluyor ve kullanılıyor. Son birkaç yılla kadar özellikle Fırat’tın batısında PKK ile Kürt insanları arasında ayrım yapılırken, bu gün neredeyse bütün Kürtlerin PKK’lı ilan edilmiş olması ve Kürtlere ait bütün simge ve değerlerin PKK’lılaştırılmış olması savaş döneminde geliştirilen nefret dilinin ve ayrımcılığın sonuçlarında biri olsa gerek.
AKP Diyarbakır eski milletvekili Abdurrahman Kurt ile yapmış olduğum, bir söyleşide Kurt bana devletin en büyük hatasının “Kürtlüğü PKK’leştirmek” olduğunu söyledi. ( Kalkedon Yayıncılık Kürt Sorununda Çözüm Önerileri, Hakan Tahmaz 2009 ) Bunun devletin Kürt sorununda izlediği, ayrımcı, ötekileştirici siyasetin ve nefret söyleminin yarattığı sonuçlardan biri olduğunun altını kalın çizgile çizmek durumundayız. Çünkü bu sorun aşılmadığı sürece, yani çatışma dönemine ait dil, önyargılar değişmediği ve değiştirilmediği sürece barış sürecinin inşası mümkün olamayacaktır.
Aysel Tuğluk’un konuşması ve nefret
Yakın tarihimizde bu davranışların örneğini çok fazla görmek mümkün. Haziran seçimleri öncesinde yandaş veya karşı ana akım medyanın ve egemen siyasetçiler Kürtler ve Kürtlerin mücadelesi söz konusu olunca ötekileştirici ve toplumsal nefreti tırmandırıcı tavır ve politikaları tavan yaptı. Medya ve Türk siyasetçileri, Kürt siyasetçilerin söylediği her sözü, topluma tehdit diye sunmayı bir alışkanlık haline getirdiler. Konu neredeyse, “herkes istediği ve her şeyi özgürce söyleyebilir ama Kürtler ve Kürt sorununda sınırları, çoğunluk diye ifade edilen, ne kadar ve kim oldukları belli olmayanlarının hassasiyetlerine göre belerilemeye kadar ilerletildi diye biliriz. Kürt sorununu çözümsüz kılan ve toplumsal faturasını ağırlaştıran da tamda bu yaklaşımdır.
Bunun en açık örneğini 5 Mayıs 2011 tarihinde Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) açılışını yapan DTK Esbaşkanı Aysel Tuğluk’un konuşmasını ana akım medyanın veriş tarzında da gördük. DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un açılış konuşmasını Gündem, BirGün, Evrensel gazeteleri ve Bianet internet gazetesi dışındaki istisnasız bütün “yandaş ve karşıt” medyada organları “Aysel Tuğluk’tan tehdit gibi açıklama” başlığı ile haberleştirdi. Bir çok köşe yazarı da bu başlığa paralel bir biçimde, “Aysel Tuğluk’un şahinleştiğini ve savaştan yana tutum almaya başladığını” yazdı. Bu yaklaşım televizyonlar aracılıyla hızla yaygınlaştı. Bir anda Tuğluk, şahin ilan edilerek basın tarafından milliyetçilerin ve savaş lobilerinin hedefi haline getirildi. Aslında Türkiye medyasının bu tutumu olağan bir davranışıydı. Burada vahim olan ve sorgulamamız gereken medya çalışanlarının ve kuruluşlarının bu türden davranışları hala sorgulamamalarıdır.
Aysel Tuğluk’un sözü edilen konuşmasının bütününe şöyle bir göz atmak bile, konuşmanın en küçük bir tehdit içermediğini görmeye yetecektir. Bunun netçe anlaşılması için Aysel Tuğluk konuşmasının ilgili bölümünü buraya aktarmakta yarar var.
“Sizlere ülkemiz ve halklarımızın barışı adına umut vaat eden, heyecanlandıran ve mutlu kılan sözlerle hitap etmek, konuşmama böylesi cümlelerle başlamak isterdim. Biliyorum ki hepinizde bunu ister ve beklerdiniz.
Yazık ki, yine kaygılardan, çatışmalardan, ölümlerden ve olası sonuçlarından bahsetmek zorundayım. Çünkü “felaketimiz” eşikte duruyor…
Karamsar değilim. Öngörülerimizin ve sezgilerimizin yarattığı duyarlılığa sahibim sadece. Cumhurbaşkanı Abdullah gül “güzel şeyler olacak” demişti. Onca zaman geçti, olmadı… şimdi yine keskin bir dönemeçteyiz; dilim varmıyor demeye ancak “kötü şeyler olacak” ifadesini bir his olarak dillendirmek durumundayım.
Kürt meselesiyle ilgili olan herkes bilebilir ki, ağır ağır değil hızlı hızlı sıfır noktasına doğru gidiyoruz! ( 5 Mayıs 2011 Diyarbakır)
Bu sözlerin ana akım medya ve siyasetçiler tarafından tehdit olarak kodlanması ve topluma böyle iletilmesi, yalnızca medyanın Kürt sorunu konusunda yaşanan çözümsüzlük siyasetine destek vermesiyle sınırlı bir durum değildir. Aynı zamanda ötekileştirme siyasetine ve nefret suçunun işlenmesine zemin hazırlamaktır. Bir anlamda suça teşviktir. Bu olayda günlerce televizyonlarda ve gazetelerde büyük bir çarpıtma, yalan ve manipülasyon izledik ve okuduk.
Aynı günlerde Taraf Gazetesi yazarı ve genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, Aysel Tuğluk’u bu sözlerinden hareketle Abdullah Öcalan’ı Türkiye’nin barış yapabilecek kudretli tek insanı olarak ilan etti. Anlaşılan Altan bu nefret söyleminin ve ötekileştirme siyasetinin etkisinde kalmış, başka türlü Altan’ın gibi Kürt sorununun çözümünü demokratik yollarla savunan bir kişinin, çözüm tek bir kişiye indirgeyen ve demokratik siyasette yer alanları ötekileştirmesinin başka bir izahı zordur. “Bu ülke barış için Apo’ya muhtaç. Şu anda Öcalan dışında Kürt tarafında “barış” yapma kudretine sahip bir tek insan bile yok. “Barış” ancak büyük liderlerin yapabileceği, uzun savaşlardan sonra taraftarlarına kabul ettirebileceği bir iş. ( 7 Mayıs 2011 Taraf gazetesi) .
Benzer şeyi 14 Mayıs 2011 tarihinde Şırnak’ın Uludere ilçesinin, Irak sınırı ötesinde 12 HPG gerillasının öldürülmesi sonrasında yaşananlarda görmek mümkün. Gerek aileler tarafından dille getirilen “cansız bedenlere saldırı yapıldığı” iddiası, gerekse de cenazelerin kaldırılması sırasında yapılan gösterilere karşı alınan tutum, toplumun geri dönülmez bir yolda ilerlenmekte olduğunu gösterdi.
Bir kaç örnek:
Radikal gazetesi 18 Mayıs 20011 tarihindeki haber muhabiri Abdullah Kılıç yazıyor: “Tümgeneral Mustafa Bakıcı’ nın emriyle üç teröristin cenazesi kritik yerlerde bulundukları yerlerde bırakıldı… Şırnak ve civarı illerdeki BDP teşkilatlarına telefon edilerek ‘Leşlerinizi gelin alın denildi’…”
Ali Bayramoğlu bu tavrı, Yeni Şafak gazetesinde 19 Mayıs 2011 günü “leş” toplatmayan generaller iş başında” başlıklı yazısında HPG’lilerin ölülerin sınır dışında açık alanda bırakılmasını “akbabalara terk edilen ‘hayvan ölüsü’ ü çağrıştırdığını ifade etti. Medyada, buna benzer birçok yorum ve yazı yer aldı. 30 yılı aşan bir çatışma döneminde oluşan toplumsal yarılma, farklılaşma dikkate alınmadığı sürece nelerin olabileceğini cenazelerin kaldırılması sırasında görüldü. Cenaze törenlerinde ve protesto gösterilerinde kin duygusunun hâkim olduğu görüldü. Ülkenin dört bir yanı anında yangın alanına döndü. Bu tablonun oluşmasında medyanın ve siyasal aktörlerinin, nefret söylemiyle olaylara yaklaşmasının ve topluma sunmasının da önemli katkısı olmuştur. Kafası, vücudu parçalanmış gençlerinin cesetlerinin tarlalara bırakılmasında haber değeri görmeyen medyanın, operasyonda kimyasal madde kullanıldığı iddiasını ciddiye almayan veya araştırılmasını dahi gerek duymayan siyasal iktidarın, Kürtlerin ağızlarından çıkan neredeyse her sözü “tehdit” olarak damgalaması toplumda nefret duygularının zemini oluşturuyor. Toplumun değişik kesimlerini birilerini sürekli, tehdit eden insanlar olarak sunmak ve bununun bir plan dahilin de yapılması nefret sucu oluşturmaktadır.
Aysel Tuğluk’un uyarılarını tehdit olarak algılamak ve kamuoyuna sunmak tamda bu nedenle nefret sucu oluşturuyor. Aynı günlerde BDP Eşbaşkanı Hamit Geylani’nin yine bu olay üzerine parti genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında yaptığı siyasal değerlendirme ve uyarı da ana akım medyada “Geylani’den Başbakan’a tehdit” başlıyla yer alması bunların bir plan dâhilinde yapıldığını gösteren emaredir. ( Taraf Gazetesi 17 Mayıs 20011)
Bu örnekler aynı zamanda nefret söylemi ile düşünce açıklama ve ifade etme arasındaki ince çizgi üzerine düşünmeyi ve tartışmayı zorunlu kılmaktadır. Birçok mahkemenin verdiği kararla, nefret söylemini suç olmaktan çıkarıp, düşünce özgürlüğü kapsamına sokması ve resmi ideolojinin eleştirisini “toplumda kin ve düşmanlık yayma” suçu kapsamında değerlendirmesi nefret söyleminde bulunanları cesaretlendirmektedir. Bu açıdan önümüzdeki dönemde yapılacak yeni anayasa tartışmaları sırasında nefret söylemi ve suçuna, ayrımcılığa karşı izlenecek siyaset Türkiye’nin barışının inşası açısından çok önem arz etmektedir. Anayasada önleyici tedbirler geliştirilmelidir.
12 Haziran seçimlerin bazı örnekler
Nefret söylemi ve suçu siyasetin dili haline sanırım en fazla 12 Haziran seçimlerinde ulaştı. Toplumsal ayrışma, gerilim ve çatışmanın derinleşip, yerleşik hale gelmesine orantılı nefret söylemi artıyor. Ya da gizli olarak varlığını sürdüren nefret söylemi daha görünür hale geldi ve alenileşiyor.
Parti liderlerin birçoğu açık ve gizli nefret söylemine başvurdu. Kürt ve Alevi kimlikler, bir tür ötekileştirme gerekçesi yapıldı. Bu süreçte CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu’nun Alevi ve Tunceli’li olması, AKP ve MHP Genel Başkanları tarafından seçmene sık sık hatırlatıldı. CHP’nin örgüt içi muhalefetinin de bu konuyu gizliden gizliye işlediği seçim sonrası tartışmalarda çok sık dile getirildi. Televizyonlarda CHP’nin seçimlerden beklediği sonucu alamamasını CHP Genel Başkanın Alevi kimliğine bağlıyan, akademisyen yorumcuları izledik. Daha kötüsü ise bu yorumcuların yaptıklarının ayrımcılığı ve nefret sucunu teşvik etmek olduğunun farkında olmamaları olsa gerek.
12 Haziran seçimlerinde ilk olanlardan biride doğudan bir etnik kesime yönelik nefret söylemini birçok partinin etkin kullanmaları oldu. Bunlardan biri sınırlı alanda ama tehlikeli bir kampanya yürüttü. Gökçe Fırat Çuhaoğlu liderli olduğu Ulusal Partinin desteklediği 4 seçim bölgesindeki bağımsız aday doğruda Kürtleri hedef alan milliyetçi bir kampanya sürdürdüler. İstanbul 3. bölgede Cafer Özsoy, Türkiye Türklerindir, İstanbul İstanbulluların, İstanbul’u PKK’dan Kurtar, Mersin’de Hasan Pektekin, Türkiye Türklerindir, Mersin Mersinlileri, Mersin’i PKK’dan Kurtar, İzmir 1. Bölge’de Tuncer Sümer, Türkiye Türklerindir, İzmir İzmirlilerin, İzmir’i PKK’dan Kurtar ve Balıkesir’de Serap Yeşiltuna Türkiye Türklerindir, Balıkesir Balıkesirlileri, Balıkesir’i PKK’dan Kurtar, sloganıyla kampanya yürüttüler. Bu parti şu anda Ergenekon davasından Silivri’de yargılanan Doğu Perinçek’in lideri olduğu İşçi Parti’sinden ayrılanlar Türk Solu Dergisi çevresindekiler tarafından kurdu. Bu da tesadüf olmasa gerek. Yine bilindiği gibi Hürriyet gazetesi kurulduğu günden itibaren “Türkiye Türklerindir” logosuyla yayınlanıyor. Bu kez, bu ayrımcı, milliyetçi slogan ulusalcı adayların seçim kampanyasında toplumun nefret duygusunun geliştirmenin aracı olarak kullanıldı. Adayların hazırladıkları yazılı ve görsel propaganda malzemesi doğrudan Kürt yurttaşları hedef alan içeriğe sahip. Bildirilerde ve konuşmalarında “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var” anlatılmakta. Bu derece açık ayrımcılık ve ırkçılık yapan adaylar hakkında, en azında şu ana kadar her hangi bir yargısal soruşturma yapılmamış olması bir başka dikkat çekici ve üzerinde durulması gereken önemli noktadır.
Balıkesir adayı Serap Yeşiltuna, Türk Solu dergisinde “Türkler mi Kürtler mi Korksun” başlıklı yazısında açık bir biçimde Kürtlere karşı nefret ve ırkçılık sucu işlemektedir. Yine CNN Türk televizyonunda Cüneyt Özdemir’in 5N1K programından aynı şeyi yapmıştır. (bkz. http://www.dipnot.tv/7070/Balikesir-Bagimsiz-Milletvekili-Adayindan-tehlikeli-sozler.aspx)
Sözünü ettiğimiz Ulusalcı adayların, toplumu ne derece ciddi tehdit ettiği ve ne derece kapsamlı bir sorunla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermeye, Balıkesir adayı Serap Yeşiltuna’nın Radikal gazetesi yazarı Pınar Öğünç’e yapılan söyleşide sarf ettiği “İHD, PKK’nın değil, şehitlerin, gazilerin hakkını savunsun” – “PKK uzantısı dernek tarafından suç duyurusunda bulunulmak benim için şereftir” sözleri yeterli olsa gerek. (http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1051021&Yazar=PINAR ÖĞÜNÇ&Date=30.05.2011&CategoryID=41)
Keza Serap Yeşiltuna’nın 13 Haziran 2011 günü seçim sonuçlarını değerlendiren basın açıklamasındaki “ “PKK’yı Türkiye’den ve Meclis’ten atmak” ekseninde yürüttüğümüz seçim çalışması”… “PKK, Meclis’teki varlığını neredeyse ikiye katlamış ve artık Türkiye’nin her yerinde taban bulmuştur… “Balıkesir özelinde bir değerlendirme yapmak gerekirse “Balıkesir’de PKK var da biz mi görmüyoruz” diyen cahillere cevabı ne yazık ki 5000 oyla yine PKK’lılar vermiştir.” “Anlaşılan Balıkesir’deki “istila”nın boyutu da her geçen gün artmaktadır artmaya devam edecektir” (bkz: http://www.ulusalparti.org.tr/yazilar/yesiltuna-tesekkur.htm) cümleleri bu nefret söyleminin hedefinin doğrudan başta Kürtler olmak üzere bütün demokratik haklar mücadelesi yürütenler olduğu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık. 12 Haziran 2011 seçimlerine Barış ve Demokrasi Partisi, çeşitli sosyalist, sol ve Kürt siyasal çevrelerle oluşturduğu “Emek Demokrasi ve Özgürlük Blok’u” şemsiyesi altında bağımsız adaylarla seçimlere katıldı. Serap Yeşiltuna’nın, açıklamasında da görüldüğü gibi bu bloğun Balıkesir milletvekili adayı Turan Cengiz’e oy veren, Balıkesirli 5000 seçmen, PKK’lı olmakla ve Balıkesir’i istila etmekle itham ederek nefret suçu işleme konusunda ısrarlı görülüyor.
Ancak seçim dönemin en dikkat çekici nefret söylemi Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın bazı konuşmalarında görüldü. Seçim meydanlarında birçok kez CHP Genel Başkanına yönelik, “biliyorsunuz kendisi Alevi” hatırlatması yaparak ve Kürtler yönelik “Apo’yu peygamber ilan ettiler” söylemi Zerdüştlük ve “sivil Cuma namazı eylemi” gibi tartışmaları miting alanına taşıyarak kitleye yuhalatması, nefret söyleminin toplum tarafından ne derece içselleştirildiğini ve nefret suçunun yaygınlığını gösteriyor. Başbakanın Aleviliği sanki gizlenmesi gereken ya da ayıpmış gibi imada bulunarak konuşması açık suç teşkil etmektedir. 18 Mayıs 2011 günü Çorum’da yaptığı miting konuşmasında Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamı Ebu Suud Efendi ile ilgi “millet olarak Çorum’la, Çorumun yiğitliyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle her zaman gurur duyduk. Nasıl ki, Çorum bu topraklarda yetişmiş Ebu Suud Efendi’yle gurur duyursa” sözleri Alevi örgütlerinden büyük tepki aldı. Alevi Bektaşi Federasyonu, Başbakan’a açık mektup yazarak olayı protesto etti. Protestonun arka planında Ebu Suud Efendi’ zamanı vaktinde Alevilere dönük söylediği iddia edilen, “Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir.” “İster okla, ster mızrakla, ister bıçakla olsun Alevilerin kestiği mundardır, yenmez” “ Ele geçirilen Alevi kadınları ne yapalım? Sorusuna “belinize kuvvet” gibi sözler vardı.
Yine Başbakan’ın Kürtlere dönük Zerdüştlük tartışmasındaki “Müslüman bile değiller” iması, nefret söyleminin seçim satı mahalline taşınmasının bir örneğidir. Bu ve buna benzer iddia ve imalar seçim atmosferinin aşırı derece gerilmesine yol açtı. Toplumun inanç konusundaki yaygın hassasiyeti, siyasete devşirmeye dönük çabalar çatışma zeminini güçlendiren önemli bir faktördür.
Kürtlere karşı nefret ve yasalar
Kürtlere karşı işlenen ırkçı ve ayrımcı nefret suçunun önlemesine dönük her hangi bir yasal önlem alınmak istenmediği 12 Haziran seçim kampanyası sırasında bir kez daha görüldü. Bu konuda yapılan resmi başvurular ve Türkiye Barış Meclisi, İnsan Hakları Derneği gibi kurumların çeşitli girişimleri kamu görevlilerinin harekete geçmesine yetmedi. İnsan Hakları Derneği Balıkesir Şubesi, 02 Haziran 2011 tarihinde Serap Yeşiltuna hakkında “ırkçılık, ayrımcılık, insan hakları ve temel özgürlüklerini ihlal edecek aykırılıklar, kültürel haklara yönelik mevzuatı çiğneme, Ulusal veya etnik dinsel veya dilsel azınlıklara mensup olan kişilerin haklarına saldırı ve barış hakkına dair bildirinin hükümlerini hiçe sayarak halkı kin ve düşmanlığa sevk eden” iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Ancak Balıkesir C. Savcılığı suç duyurusuna ilişkin şu ana kadar her hangi bir işlem yapılmamış olması ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Ayrıca bu konudaki yasal mevzuatın ne derece problemli olduğunu gösteriyor.
Bilindiği üzere TCK. 216. maddesi “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edenleri veya aşağılayanların cezalandırmasını” emretmektedir. Ancak bu yasa bugüne kadar ayrımcılığının ve nefret sucunun önlenmesi amacıyla uygulamaktan daha çok bizzat ayrımcılık yapılarak uygulanmıştır. Yasa, kendini dini inanç, kültür, etnisite, yaşam tarzı veya mezhep olarak, farklı tanımlayanların sosyal, siyasal, kültürel demokratik taleplerini dillendirmesinin ve bunlar için mücadele edilmesini önlemek maksadıyla uygulanmıştır. Kısacası farklılıkların dile getirilmesi engellenmek istenmiş, toplumda nefret duygusunun ve suçunun oluşumunun önüne geçilmeye çalışılmamıştır.Yasa yapıcının esas gayesi olan, cumhuriyetin kuruluş felsefesinin ana omurgası olan sosyal, etnik, dini farklılıkların bastırılması ve asimile edilmesine uygun bir uygulanmıştır. Bunun en iyi örneklerinden biri bugün Diyarbakır bağımsız milletvekili eski İmar ve İskan Bakanı Şerafettin Elçin’in 1980 yılında “Ben Kürt ulusunun bir ferdiyim” açılması nedeniyle 12 Eylül askeri darbesi sonrası “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek ve bölücülük ” iddiasıyla yargılanıp mahkum edilmesidir.
Bu ve buna benzer uygulamaların bugün ulaştığı toplumsal boyutu iyi ve doğru kavramak için kısa bir süre önce İstanbul’un merkezinde işlenen bir cinayete göz atmak yetecektir. 19 Nisan 2011 tarihinde Mehmet Çelik isimli bir yurttaş Taksim’de iki kişi tarafından boğazı kesilerek öldürüldü. 21 yaşındaki Mehmet Çelik’i öldürenlerden birinin polis olduğu iddiası, nefret duygusunun toplumda derinliğini gösteriyor. Bu olay ana akım medyanın 3. sayfasında ‘yan baktığı için öldürüldü’ biçiminde yer buldu.
Ancak Ağrı Tutak nüfusuna kayıtlı Mehmet Çelik’in akrabalarından Harun Çelik ise boynunda sarı, kırmızı, yeşil renklerin olduğu bir poşunun asıl gerekçe olduğunu iddia etti. Üç kişinin bir kişiye dar sokakta omuz atması gibi bir komik gerekçe kimseye inandırıcı gelmedi. Cinayetin işlendiği sokakta bulunan güvenlik kameralarında ortaya çıkmasına rağmen şüphelilerden, Sabiha Gökçen Havalimanında görevli polis memuru Ahmet Edip Yaman serbest bırakıldı. Anlaşılan bir genç daha ‘vatandaş hassasiyeti’ne kurban gitti. Bu cinayette de görüldüğü gibi son 30 yılda Kürtlere karşı uygulanan ayrımcılığın, nefret söylemin ulaştı boyut “sıradan” sokak cinayetlerinin yaşandığı bir memleket tablosunu ortaya çıkardı.
Nefret söylemine Hürriyet gazetesinden örnek!
Durumu abarttığımı düşünenlerin 2 Mayıs 2011 tarihili Hürriyet Gazetesi’nin yazarlarından Rahmi Turan’ı okumasını öneririm. Bu konuda sicili en kirli olanın Hürriyet gazetesi olduğunu düşündüğümden bu yazıyı seçtim. Hiç kuşkusuz yazarın deneyimli biri olması da tercihimde etken bir unsur. Ancak arzulayan, ana akım medyada böylesine her tarafından nefret söylemi akan yazıyı istediği zaman ana akım medyanın her hangi birinde çok rahatlıkla bolca bulabilir.
Yazının başlığı :Taş atan çocuklar geçim kaynağı!
GÜNEYDOĞU illerimiz uzun süredir gergin günler yaşıyor. Kentler alev alev… Gösteriler yapılıyor, güvenlik güçleri taşlanıyor, dükkânlar, otobüsler yakılıyor! Patlayan molotofkokteylleri, atılan taşlar, savrulan sopalar, yıkılan işyerleri, yakılan araçlar…
Tüm bu olaylarda maşa olarak kullanılanlar çocuklar ve gençler!
Ne yazık ki Ankara, kargaşaya göz yumuyor, olaylara seyirci kalıyor!
* * *
Güneydoğu da görev yapan bir arkadaşım var… Güvenlik görevlisi… Devlet memuru olduğu için adını vermiyorum… Bir süre önce izinli olarak İstanbul’a gelmişti… Kadıköy Bostancı’daki bir lokantada yediğimiz akşam yemeği sırasında uzun uzun sohbet ettik. Yanımızda, gazeteci arkadaşım Coşkun Bel de vardı… İkimiz de, onun anlattıklarını ilgiyle dinledik.
Bölgenin sorunlarını, orada yaşayan bir insandan dinlemek ilginçti. Meselâ, polise taş ve Molotof kokteyli atan çocuklar… Onları yönlendiren kapkara yürekli, kötü ruhlu kışkırtıcılar!
Arkadaşım bir ara “Güneydoğu illerinde kadınlar çok doğurgan… Aileler ha bire çocuk yapıyor. Başka işleri yok zaten… Neden biliyor musunuz?” dedi.
“Neden?” diye sorduk. O devam etti:
“Devlet, her çocuk için ayda 150 lira para veriyor da ondan… Dört çocuğu olan, ayda 600 lira alıyor. Eğer çocuklarda sakatlık filan varsa bu para çocuk başına ayda 500 liraya kadar çıkıyor.
500 lira Doğu ve Güneydoğu’da iyi para… 3 çocuğu da kör olan bir kadın tanıyorum. Şimdi, 4’üncü çocuğuna hamile… Büyük bir ihtimalle o çocuk da sakat doğacak… Kürtaj yaptırmayı reddetti. Aile devletten her çocuk için 500 liradan toplam 1500 lira alıyor. Bu çocuk da sakat doğarsa alacakları para 2000 liraya çıkacak. Bu onlar için servet!
Çocuklar büyüdüğü vakit, devlet, annelerine de maaş verecek, böylece gelirleri iki katına çıkacak! Bu yüzden sakat-makat demeden, çocuk yapan yapana… Güneydoğu nüfusu hızla artıyor. Nüfus patlaması var. Çocuklar geçim kaynağı olmuş… Bir de onların eline taş verip, olay çıkarttırıyor, polislere, güvenlik kuvvetlerine taş attırıyorlar!”
* * *
Yukarıdaki sohbetten bir süre sonra e-postama bir mektup düştü… Yazı “Doğu’da görevli bir doktorun mektubu” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor:
“Buraya gelince insan önce bir şeyler başarmak istiyor ve bütün olanaklarını zorluyor. Ancak, bir süre sonra bütün şevkini kaybediyor.
Burada halk, aşırı şımartılmış. İnsanların işini halledemeyince, ya kaymakama gidiyor, ya da ‘Ben PKK’lıyım, seni vururum!” diye tehdit ediliyorum. Türkiyeli olmak istemiyor, Türkiye’yi bölmek istiyorlar! Can ve mal güvenliğimiz sıfır!
Kimse vergi vermiyor… Elektrik-su, vesaire… Hiçbir fatura ödenmiyor.
Her aileye çocuk başına ayda 150 lira çocuk parası, çocuk ultrasonda görüldüğü andan itibaren mama ve bez parası ödeniyor.
Okula giden her çocuğa devlet harçlık veriyor. Harçlık gecikince anneler okulu basıp çocukları okuldan almakta tehdit ediyor!
O çocuklar ne yapıyor peki? Ellerinde PKK bayrakları ile partilerinin mitingine gidiyor.
Herkese, toprağı eksin ya da ekmesin, toprak yardımı yapılıyor (ki zaten kimse ekmiyor.)
Bu yardımda, sadece beyana bakılıyor. Adam 5’i 50 yazdırabiliyor. Van’da dağıtılan paraya bakınca, göl bile tarım arazisi sayılsa az gelir! Her cuma kaymakamlık elden para dağıtıyor.
İşin özeti, devlet onları besliyor, onlar ise devleti yıkmaya çalışıyor!
İnsan, içinden de, dışından da her şeye lanet okuyor!”
Bu yazı konusunda toplumda ne ciddi bir tepki gelişti ne de işlenen nefret suçuna karşı yargı mercileri her hangi bir işlem yaptı. Fransa’da gecen yıl bir yazar “Fransa’da yaşayan Araplar daha çok suç işliyor” diye yazdığı için ayrımcılık ve kışkırtıcılık yaptığı gerekçesiyle suçlu bulundu. Yani mahkeme, düşünce Özgürlülüğünün sınırlarının aşıldığına hükmetti. Türkiye’de bu konuda açılmış ve sonuçlanmış örnek bir dava ise ne yazık ki yok.
Türkiye 12 Haziran seçimlerinden sonra yeni bir eşikte. Gerçek ve tam anlamda bir demokratikleşme hamlesini başarıp başaramayacağını sonbaharda Meclis’in açılmasıyla göreceğiz. Yeni Meclisin, demokratikleşmenin büyük hamlesi olarak, eşitlikçi, özgürlükçü yeni demokratik ve sosyal bir anayasa yapma konusunda ne derece istekli ve cesaretli davranıp davranmayacağı açığa çıkacak. Bu istek ve cesaretin en önemli ve can alıcı göstergelerinden birini hiç kuşkusuz ayrımcılık ve nefret söylemi/suçu konusunda önleyici bir düzenlemenin yapılması olacaktır. Bunun için çaba göstermek ve mücadele etmek Türkiye’nin barışını aramaktır.
*Bu yazı Profesör Yasemin İnceoğlu tarafından hazırlanan ve 2012 yılında Ayrıntı Yayınlardan çıkan Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları isimli Kitapta yayınlandı.