2 Ocak 2011 Star Gazetesi
Son iki yıldır, Kürt sorunu tarihimizde hiç olmadığı kadar derinlikli ve çok yönlü tartışılıyor. Medyanın çözüm sürecinde nasıl bir rol üstendiği veya üstlenmesi gerektiği ise hiç tartışılmıyor.
HAKAN TAHMAZ
Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü
Türkiye bugünlerde Kürt sorununda yeni bir döneme girişin sancısını ve gerilimini yaşıyor. İki yıl önce Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün “bu yıl içinde iyi şeyler olacak” sözleriyle başlayan, PKK’nın eylemsizlik kararıyla gelişen ve TBMM’sinde 10 Kasım 2009 tarihinde yapılan “Kürt Sorunu” oturumuyla derinleşen süreçten söz ediyorum. Daha sonraki gelişmelerin ve tartışmalarında gösterdiği gibi.
Şimdi Türkiye, Kürt sorununun ne olduğunu ve nasıl çözüleceğini tartışıyor. Bir anlamda idrak dönemi yaşanıyor. Bu noktada söylenebilecek ilk sözlerden biri, hiç kuşkusuz artık Kürt sorunundan etkilenen siyasal, toplumsal, sosyal bütün aktör ve kesimlerin eski pozisyonlarını ve politikalarını olduğu gibi sürdürmelerinin imkânı daralmıştır. Sürdürmeye çalışmanın, çözüm sürecinin uzamasından ve bu sürecin sancılı geçmesinden başka bir sonucu olmayacaktır. Bu Türkiye’nin, bedel ödemeye devam etmesi demektir. Bu kapsamda son iki yıldır, Kürt sorunu tarihimizde hiç olmadığı kadar derinlikli ve çok yönlü tartışılıyor. Hiç kuşkusuz bu, gelinen noktayı gösteren pozitif bir belirtidir.
İletişim çağında dördüncü kuvvet olarak tanımlanan medyanın çözüm sürecinde nasıl bir rol üstendiği veya üstlenmesi gerektiği ise en az tartışılan hatta hiç tartışılmayan bir konu. Özellikle toplumsal algı farklılaşmasının derinleştiği bir dönemde sürecin sancısız ve verimli ilerleyebilmesi, bu algı farklılaşmasının giderilmesine doğrudan bağlıdır. Yani Fırat’ın batısıyla- doğusu arasındaki toplumsal algı farklılaşmasının giderilmesi ve önceliklerde ortaklaşmak, Türkiye’nin öncelikli sorunlarının başında geliyor. Tam da bu noktada, görsel ve yazılı medyanın rolü devreye giriyor.
Medyanın algı sorunu
Türkiye Barış Meclisi, bu fikirden hareketle geçen Cumartesi günü, İstanbul’da Medya ve Kürt Sorunu Çalıştayı düzenledi. Çalıştayda medyanın genç çalışanları, iletişimci genç akademisyenler, Türkiye Barış Meclisi üyeleri, deneyimli medya çalışanları ve bu alanda önemli çalışmalara imza atmış akademisyenler bir araya geldiler.
Toplantıda birçok konuşmacı, özellikle son yıllarda Kürt sorununda toplumsal algı farklılaşmasının derinleşmesinde ve diğer toplumsal sorunlarla karşılaştırılamayacak boyutlara ulaşılmasında medyanın, siyasi bir erk işlevi görme gayretinin önemli rol oynadığının altını çizdi. Medyanın, egemen olanı her gün yeniden üretmesi, çatışmanın kesin sona ermesi ve barışın sağlanmasında zorlaştırıcı bir işlev gördüğüne dikkat çekildi. Özellikle 1990 yıllarında medyanın savaş aygıtı, nefret suçlarını körüklemesi, sorunlara paranoyaya varan teorilerle yaklaşması, Türkiye’yi demokratikleşmeden ve çözümden alıkoyduğu vurgulandı. Bu bağlamda Kürt Sorunu’nun Algılanmasında Medyanın Rolü başlıklı oturumda, medyada 1990’lı yıllarda ana akım medyaya hakim olan “Kürt sorunu terör / terörizm ile özdeşleştirmeyi aslında böyle bir sorunun olmadığı, bu sorunun kaynağının tamamen bölgedeki geri kalmışlıkla ilgili olduğu bunu da yabancıların kışkırttığı söylemini yeniden üreten ve meşru bir zemine taşıyan, Türk-Kürt ayrımcılığına katkı sunan ‘cani, hain, kalleş, çapulcu, dağdan inenler’ türünden söylemi ve yargıyı” medyanın terk etmemesi, sorunun kavranmasını daha fazla zora soktuğundan söz edildi. Gelinen aşamada medyanın artık 1990’ların medyası olmadığı, siyasal gelişmelere bağlı olarak ciddi değişim geçirdiğini ancak hala eskinin büyük ölçüde etkisi altında olduğu görüşünde katılımcılar birleşti. Keza yargı, yasama ve yürütmenin yanında dördüncü kuvvet olarak medyanın sayılmasının “medya bağımsızlığıyla” çeliştiğinin ileri sürülmesi medyanın bağımsızlığının sınırlarını göstermesi açısından önemli bir tartışma oldu. Medyanın Kürt sorunu gibi toplumsal çerçeveyi zorlayan bir sorun karşısında tek tipleşmesi, sorunu ağırlaştırdığı iddia edildi. Bu yaklaşımın Cumhuriyetin kurucu ideolojisindeki milliyetçilikten beslendiği vurgulandı. Genç akademisyenlerin, çalıştayın son oturumunda gazetecilik etiğinin yerini gazetecilerin mitlerinin almasını sorgulamaları çalıştayın en ilginç bölümlerinden biri oldu.
Çözüm odaklı gazetecilik
Yerel medya ve merkezi medya ilişkisinin ele alındığı ikinci oturumda verilen örneklerle İstanbul merkezli medyanın, dinamik bir mekanizma olamaması tartışıldı. Türkiye’de medyanın çok fazla milli ve yerel olduğu, Avrupa’daki “bulvar gazeteciliğine” çok daha yatkın olduğu ileri sürüldü. Bunun, medyayı “sansasyonel haberciliğe” sürüklediği tespiti yapıldı. Son günlerdeki demokratik özerklik tartışması da buna örnek gösterildi. Bütün bunları sorgulamadan “çatışma ve savaş” gibi kırılma dönemlerinde medyanın Prof. Johan Galtung’un sözünü ettiği “çözüme odaklı” gazetecilik yapılmasının ya da yine Galtung “gazeteci her zaman kendine, kimi, neyi haber yaptığını ve kullandığı dilin barışa katkıda bulunup bulunmadığını sorma” sözlerinin reel bir karşılığının olmasının imkânsızlığı, altı saati aşan çalıştaydan çıkarılabilecek önemli ders oldu.
Çalıştayın son oturumunda, editöryal bağımsızlığa sahip ve medya literatüründe barış gazeteciliği diye ifade edilen medyada çalışılmasının, Kürt sorununun yeni döneminde ve çatışma sürecinin sonlanmasında önemli ve etkin rol oynayacağının altı çizildi. Buna paralel olarak medyanın yeni işlevini yerine getirebilmesinin öncelikli koşulu “kendi geçmişiyle yüzleşmesi” olduğu ortak görüştü. Barışa giden yolda medyayı “değişime” zorlayıcı tutumların öne çıkarılmasının önemine vurgu yapıldı. Bu anlamda çalıştayda, medyanın toplumsal gelişmeye ayak uydurabilmesini dahi, barış sürecini hızlandıracak önemli bir olgu olarak değerlendirildi.