AK Parti, Kürt Açılımı diye başlattığı, Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi olarak tanımladığı Kürt hareketinin tasfiyesi sürecinde yeni bir merhalenin eşiğine geldi. AK Parti, kritik bir karar vermek durumunda.
İki seçeneği var. Birincisi, ‘Kürt hareketini tasfiye ederek, Kürtleri AK Parti’leştirme politikası’nın yanlışlığını görecek. Kendine yeni bir yol çizecek. Ya da eski politikasının ambalajını değiştirerek sürdürmeye devam edecek.
Referandumda boykot tutumunun elde ettiği başarı ve bu yaz aylarında yaşanan çatışmanın boyutları ve sonuçları, ‘Kürt hareketini tasfiye ederek, Kürtleri AK Parti’leştirme politikası’nın başarısının mümkün olmadığını bir kez daha gösterdi. AK Parti politikasının devletin 30 yıldır uyguladığı politikadan tek farklılığı, sadece Kürt varlığının inkarının sona erdirilmesidir.
Yine bölgesel ve küresel gelişmeler, Türkiye’ye Kürt sorununu ‘çözmeyi’ dayatıyor. Bölge sorunları ve küresel güçler, Kürt meselesini Türkiye’nin içyapısından kaynaklanan engellere takılıp kalmasına da çok fazla müsamaha gösterebilecek durumda değil.
AK Parti, Kürt sorununda içerden ve dışardan kuşatılmaktadır. Geçen zaman Ankara’nın aleyhine işlemektedir. Referandum sonrası yaşanan bazı gelişmeleri bu çerçevede yorumlamak mümkün. Bunların hayra alamet gelişmeler olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile müzakere yapıyor olması, barış umutlarının dirilmesine yol açıyor.
Ancak bu gelişmeler hükümetin, sağlam ve güçlü bir siyasal iradeyle süreci yeniden şekillendirmek istediğini göstermesi bakımından (başlangıç için dahi olsa) yeterli değildir.
Her şeyden önce, yeni sürecin dilini geliştirme çabası söz konusu değil. Ötekileştirici, benmerkezci ve Türkiye insanının bütününün hassasiyetini ve özlemini gözeten bir yaklaşım yerine, Fırat’ın batısının duyarlıklarını ve hassasiyetlerini temel alan bir yaklaşımla sorunun ele alınmaya devam edilmesi büyük bir risk. Bu, yakın ve uzak geçmişte yaşananlardan yeteri kadar ders çıkarılmadığının işaretidir. Daha da kötüsü hiç de güven verici değil.
PKK tarafından bir hafta sonra eylemsizliğin akıbetiyle ilgili verilecek kararda, en fazla etkili olacak husus, samimiyet ve güven unsuru olacağa benziyor.
Milliyetçilerin sırtları sıvazlanarak ve çatışma sürecinde oluşmuş yaralar ve önyargılar kaşınarak güven ve samimiyet ortamı oluşturulamaz. Bunun en bariz örneği, bir taraftan devlet adına görüşme, müzakere yürütülürken, diğer taraftan ’40 bin kişinin katili, terörün başı’ gibi tanımlamaların kullanılmaya devam edilmesidir.
Hükümet, sorunun çok boyutlu ve yönlü olduğunu unutmadan müzakere sürecini yürütmek durumundadır. Sürece katkı sunmak için sivil toplum örgütü temsilcilerinin görüşme isteğinde ortaya çıkan sorun da sürecin ne derece çetrefilli olduğunu gösterdi. Gerek görüşme yapacak heyette DTK temsilcilerinin olması karşısında hükümetin takındığı tutum, gerekse de, Hakkari’de yaşanan katliam sonrasında BDP ile görüşmenin tek taraflı ertelenmesi, hükümetin güçlü iradeye sahip olmadığını ve kafasının karışık olduğunun işaretleridir.
Ya da AK Parti, daha tehlikeli bir planla ve küçük hesaplarla eylemsizlikle ortaya çıkan fırsatın kaçırılması sonucunu doğuracak büyük bir günah işlemektedir. Bu ise Türkiye’nin kaldıramayacağı tehlikeli bir oyundur.
Kürtlerin iradesi, bu yangının elbirliği ile ama eşit ve özgür yurttaşlık temelinde çözülmesi doğrultusunda. Bu nedenle müzakere sonrası ilk adım askeri ve siyasi operasyonları durdurmak olmak zorunda; başka her yol çatışmaları kışkırtmaktır. Eylemsizlik ve müzakere birbirini güçlendirerek gelişirse çözüme ulaşmamız hızlanacaktır.
24 Eylül 2010