Bu hafta 19 Ekim 2009 tarihinde, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Kandil’den ve Mahmur’dan Türkiye’ye gelen 34 kişiden 30’u hakkında açılan davayla ilgili birçok aydınla, gazeteciyle görüştüm.
Görüşmemin nedeni, Türkiye Barış Meclisi Sekretaryası’nın Diyarbakır’da açılan ve Türkiye’nin son yıllardaki en önemli Barış Davası olacak olan davayla ilgili gönderdiği mektup.
Türkiye Barış Meclisi mektubunda, aydınlardan, gazetecilerden Barış Davası’na tanıklık etmelerini istiyor. Bunu anlatmaya çalıştığım insanların çoğu şu ortak soruyu sordular.
Son dönemde PKK’nin eylemlerindeki artış nedeniyle ‘ne oluyor, nereye gidiyoruz, ne oldu da eylemler arttı? diye sorular sordular.
Bu soruların son aylarda artan ölümlerden duyulan haklı kaygının bir sonucu olarak sorulduğundan hiç kuşkum yok.
Ama bu ve buna benzer soru soranların çoğu, sordukları soruların yanıtlarını kendilerince biliyorlar. Bunu insan sohbet ilerlediğinde anlıyor. Ancak gerçeği ikrar etmeye hazır olmadıkları için bu soruları sorduklarını düşünüyorum. Ya da ağır bedeli nedeniyle doğru soruyu ortaya atmak yerine maliyetsiz böylesi soruların izini sürerek gerçeğe ulaşmaya çalışıyorlar. Aslında gerçeğe daha kestirme bir yolla ulaşmak mümkün.
Bir ülkede demokratik mücadele kanalları ve siyaset zeminleri geliştiği ölçüde şiddetin o ölçüde azalmakta olduğu gerçeğinden hareket edildiğinde doğru sonuçlara varmak mümkündür. Bu açıdan esas ve doğru soru, ‘ne oldu da demokratik mücadele alanları devlet şiddetiyle daraltılıyor’ ya da ‘Kürtler neden yeniden demokratik siyaset zeminlerinden dışlanıyor’ sorusudur.
AK Parti’nin vaat ettiği açılım siyaseti yerine, neden şiddet ve tasfiye politikasını uygulamaya koyduğu sorusu gerçeğe ulaşmayı çok daha hızlandıracaktır. Bu soruyu yanıtlamak için önce son birkaç ay içinde DGM yerine kurulan özel ağır mahkemelerdeki dava sayılarındaki artışlara bir göz atmak gerekiyor.
Mesela TBMM’de özel oturum ve güvensizlik önergesi konusu olan 19 Ekim 2009 tarihinde, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Kandil’den ve Mahmur’dan gelen 30 Barış ve Çözüm grubu üyesi hakkında, aylar sonra dava açılmasının nedeni ne olabilir? Düz ovada siyaset yapmak ve barışa hizmet etmek için gelenlere son günlerde yaptıkları her konuşma için dava açılmasının hatta Şerif Gençdal gibi tutuklanmalarının ne anlamı olabilir?
Ne oluyoruz sorusunu soranların, bir de 1999 yılında barış için gelip devlete teslim olmuş ve beş yıl cezaevinde yattıktan sonra tahliye olmuş İmam Canpolat ve Ali Şükran Aktaş’ın yedi yıl sonra eksik işlem yapılmış olunması bahanesiyle tutuklanmalarını sorgulamaları gerekiyor.
İzmir’de 61 yaşındaki barış anası Sultan Acıbuca’ya 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ndeki konuşmasında ‘Biji aşitî’ dediği için 6 yıl 3 ay hapis cezası verilmesinin ne anlama geldiğinin yanıtını verenler hiç kuşkusuz ne olduğunu da anlamış olacaklardı.
Yargının hızarı neden hızlı ve sert çalışmaya başladı acaba? Sorulması gereken soru budur.
Ya da bir yıldır çözüm bekleyen ve hükümet tarafından sürekli ertelenen medyanın ‘taş atan çocuklar’ diye tanımladığı, TMK mağduru Kürt çocuklarından 31’inin daha birkaç gün önce Diyarbakır Cezaevi’nden Malatya, Adıyaman, Elazığ, Muş, Bitlis, Siirt ve Mardin’deki cezaevlerine sürgün edilmesinin yarattığı toplumsal sorunlar görülebildiğinde bu kötüye gidişin kapısı kapanacaktır.
Kalçası güvenlik güçlerinin şiddetiyle kırılmış olan Kürt Milletvekili Sevahir Bayındır’a yapılan saldırıya sessiz kalınarak, ölümlerin nedenini anlamak da, önlemek de mümkün değil.
Kürt gazeteci Vedat Kurşun’a 166 yıl 6 ay hapis cezası verilmesinin sorgulamadan PKK’nin yeni yönelimi üzerine fikir yürütmek kolay. Zor olan başarılamadığı sürece barış gelmeyecek.
Kısacası sorulan sorunun yanıtı basit: Kürtler tasfiyeye karşı direniyorlar. Türkiye Barış Meclisi de, böyle bir ortamda aydınları, yazarları 17 Haziran’da Diyarbakır’da görülecek Barış Davası’na tanıklık etmeye ve gerçekleri kamuoyu ile paylaşmaya çağırıyor. Çıkış da, çözüm de burada.
11 Haziran 2010