Türkiye gibi tarihinin soğuk gerçekleriyle karşılaştığında ne yapacağını bilemeyen ülkeler, hiçbir zaman hiçbir sorunlarını adil, demokratik ve eşitlikçi bir biçimde çözebilmiş değiller. Ne yazık ki 21. yüzyılın başında Türkiye’nin yöneticileri, 20. yüzyılın başında yaşanan gerçeklerle yüz yüze geldiklerinde tarihlerinden taşıdıkları milliyetçi hezeyanlara kapılıyorlar.
Her yıl 24 Nisan yaklaşmaya başladığında Türkiye bir ‘soykırım sendromu’ yaşıyor. Hangi ülkenin 1915 Ermeni Soykırımı’nı nasıl tartıştığını, parlamentolarının nasıl ele aldığını Türkiye yakın markaja alıyor. Soykırım kararı alma olasılığı bulunan ülkelerin parlamentolarına ‘haçlı seferberliği’ düzenleniyor. Ama Türkiye her yıl köşeye biraz daha fazla sıkışıyor. Bu durumu uzun süre devam ettirmesi mümkün gözükmüyor.
Bu yıl ABD ve İsveç’te oylanan Ermeni Soykırımı kararları Başbakan Tayyip Erdoğan’ı fazlasıyla hiddetlendi. Dışişleri temsilcilerini Türkiye çağırdı. Hızını alamayan Başbakan 16 Mart Salı günü resmi ziyaret dolayısıyla bulunduğu Londra’da, BBC’nin Türkçe servisine verdiği demeçte ‘Bakın benim ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama 100 binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. Ee ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu 100 binine ‘hadi siz de memleketinize’ diyeceğim; bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar… Ülkemde de tutmak zorunda değilim. Yani şu anda bizim bu samimi yaklaşımlarımızı bunlar bu tavırlarıyla ne yazık ki olumsuz istikamette etkiliyorlar, bunların farkında değiller’ diyerek, Türkiye’de bulunan göçmen Ermenileri hedef almak gibi utanç verici, milliyetçi ve tehditkar tutumla, bu toprakların kadim halklarından biri olan Ermenileri rahatsız etme cüretkarlığını bir kez daha gösterdi.
Başbakan bu sözlerle herkese Osmanlı döneminde uygulanan tehcir politikasını hatırlattı. Göçmen Ermenilerin her an Türkiye’den sürülme olasılıklarının gündeme getirilmesinin başka ne anlamı olabilir ki? Başbakan’ın geçmişi hatırlatarak Ermenileri dize getirme tavrı oldukça anlamlıdır!
Anlaşılmaz olan başka bir şey ise 21. yüzyıl’da hâlâ tehcir fikriyatına yatkın görünen bu zihniyete sahip olanların bu ülkeye demokrasi getirme yolunda olduğunu her gün vaaz eden liberallerin itirazlarının oldukça cılız olmasıdır.
AKP’nin, bir yandan ‘komşularla sıfır sorun’, ve ‘açılım’ politikası gibi ‘barış ve demokrasi’ havariliği yaptığı bir dönemde; diğer yandan da tehditkar ve ‘faşizan tutumlar’ sergilemesinin önemsenmemesi, bu ülkede yaşanabilecek bir tuhaflık olsa gerek.
Bu liberallerin, Başbakan’ın üçüncü ülkelerin parlamentolarından çıkabilecek kararları bertaraf edebilmek için binlerce savunmasız insanı tehdit etmesinin hangi demokratik anlayışa sığdığının izahını yapmaları gerek. Bu, AKP’nin bu ülkeye demokrasi getirdiğini vaaz edenlerin boynunun borcudur. ‘AKP zaten muhafazakar tabana ve kimliğe sahip parti’ diyerek bundan hiçbir biçimde sıyrılamazlar.
Sorunların milliyetçilikten medet ummadan, kardeşlik ve demokrasi temelinde çözülmesi için çaba göstermek her konuda sağlam demokrat olmayı gerektirir. Başbakan’ın bu konuda ne derece zayıf olduğu ise bir kez daha görüldü.
Gerçek bir barış için her tür zorbalığa, baskıya, faşizan eğilimlere karşı özgür ve eşit bir arada yaşamı günlük yaşamın içinde gerçekleştirmeden, tepeden gelişecek barış hamlelerinin ne derece kolay terk edilebildiğini bir kez daha gördük. Birkaç ay önce Ermenistan ile protokol imzalanmasını bayram sevinciyle yaşayanların şimdi yüreklerinin nasıl burkulduğunu görüyoruz.
Bu ülkenin yöneticileri böyle konuşmaya ve davranmaya devam ettikleri sürece, Ermeni kardeşlerimize özür borcumuz çoğalıyor. Başbakan böyle konuşmaya ve davranmaya devam ederek, bu ülkenin Ermenilerine kendilerini ‘ürkek güvercin’ hissetmelerinden başka seçenek bırakmıyor.
Barış, özgürlük ve eşitlik yürüyüşümüzü Garo’larla, Azad’larla, Rojin’lerle Markar’larla, Pakrat’larla, Berivan’larla daha fazla ve birlikte çoğaltmadığımız sürece, Türkiye böyle alaturka değişiyor. Anlaşılan bazı aydınlarımızda buna alkış tutmaya devam edecek.
19 Mart 2010