CUMHURİYET, ‘ÜVEY EVLAT’ ANLAYIŞIYLA DEMOKRAT OLAMAZ

Osmanlının, ümmetçi toplum yapısının, farklılıklarını bastırarak Türk etnik kimliğinden oluşan ulus-devlet yaratma politikası, Cumhuriyet’in en sarsıcı baş ağrısını oluşturdu. Türk devletini yaratmak için, Türkler dışındaki farklı etnik kimlikler bastırıldı, ancak Kürtler direndi…

 

Sorunun can yakıcı yanı

Kürt sorunu konusu  Cumhuriyet tartışmalarında laiklikle birlikte zamanımızın en tartışmalı ve sancılı alanı.

Bu nedenle sorunun tanımından çözümleme ve çözüm önerileri boyutlarında son derece farklı görüşler mevcut.

Bu farklılıkları siyasi anlayışların yetersiz ya da tutarsız olmasıyla açıklamak doğru olmaktan uzaktır.

Demokrasi ya da demokratlığın etnisite, kimlik ve inanç üzerinden “değerlendirilmesi” belki de kargaşanın en temel kaynağı. Bütün bunlar yine de Cumhuriyet’in başından bu yana Kürtlerin aldatılmaktan, kırılmaya, yok sayılmaktan düşman görülmeye kadar bir dizi zulme uğradıkları ve Kürt sorunu söz konusu olduğunda her kimlik ve etnisiteden çok kan döküldüğü gerçeğini değiştirmemektedir.Kürt sorununun çözümünün sadece devlet ile PKK”dan geçtiği yanılsaması da bu kargaşanın hem sonucu hem nedeni durumundadır.

Hakan Tahmaz bu yazıda sorunun tam da sorunun bu can yakıcı yanına dikkat çekiyor.

Düzeltme:  Ahmet Kardam’ın dünkü yazısında Cizre Botan Beyliği ile ilgili bölümde  1940lı yılların tümü 1840’lı yıllar biçiminde olacaktı. (Sırasıyla 1845, 1846 ve 1844) Bu “takdim tehir”hatası için Kardam’dan ve okurlarımızdan  özür dileriz.

 

***

 

Her 29 Ekim’de olduğu gibi, bu yıl da devlet yetkilileri, birlik, bütünlük, bölünmezlik ve kazanımların korunacağı mesajı verdi. Yıllardır verilen benzer mesajları, neredeyse herkes ezberledi. Türkiye, 85 yılını “bölünmez bütünlük” korumakla ve  “antilaiklerle”  mücadeleyle geçirdi.

Her şeyi Ankara’dan halleden yönetim, ömrünü toplumsal sorunları bastırarak ve ezerek tüketiyor. Bu arada Cumhuriyet’in üzerinde yükselmeye çalıştığı üç temel ayaktan (diğer ikisi, üniter devlet ve devlet laizmi) biri olan “sosyal” devlet olma iddiasını elbirliğiyle ortadan kaldırdılar. Diğer ikisi ise ciddi sarsıntı geçiriyor. Yaşanan bu sarsıntılar cumhuriyeti değiştiriyor.

Cumhuriyet’in kuruluşunda yapılan yanlış ve bugün kutsanmaya devam edilen nedir? Ben bunlardan etnik kimlik konusunu ele almaya çalışacağım. Bu konuda Cumhuriyet‘in kuruluşundan itibaren tartışma konusunu, tek etnik kimliği esas alan, ulusal devlet yaratma yaklaşımı oluşturdu.  Daha açık ifadeyle Osmanlı, ümmetçi toplum yapısının, farklılıklarını bastırarak Türk etnik kimliğinden oluşan ulus-devlet yaratma politikası, Cumhuriyet’in en sarsıcı baş ağrısını oluşturdu. Türk ulus-devletini yaratmak için, Türkler dışındaki farklı etnik kimlikler bastırıldı, ancak Kürtler direndi. Kürtlerin direnmiş olmasının nedenlerini başka yazıya bırakarak, bu direnişin öyküsünü ve bugün Kürt sorununda cumhuriyetin ne halde olduğu kısaca özetleyelim.

DİrenİŞİn öyküsü

Önce son yıllarda Kürt aydınları tarafından dillendirilen, M. Kemal,  kuruluşta “Türk ve Kürtlerden oluşan bir Cumhuriyet amaçlamıştı” iddiasını açıklığa kavuşturmak gerekir. İddia esas olarak,  4 –11 Eylül 1919 toplanan, Sivas kongresinin sonuç bildirgesine, Mustafa Kemal’in 16–17 Ocak 1923’de İzmit’teki konuşmasına ve milli şef İsmet İnönü’nün 12 Aralık 1922’de Lozan görüşmelerindeki konuşmasına dayandırılıyor.

Bu iddiayı haklı kılan sözler sarf edilmiş. Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Kürtlere özerklik” sürekli gündemde tutulmuş, ama hayata geçirmek için her hangi bir adım atılmamış. Konuşmalar incelendiğinde, bunların İstanbul hükümetine karşı güçlü bir cephe açmak ve Lozan’da yapılan görüşmelerde “Türklerle, Kürtler et ve tırnak” gibidir mesajı vermek amacıyla yapıldığı anlaşılıyor. Bunun yanı sıra,  1921 ve 1924 yıllarında çıkarılan Teşkilat-ı Esasiye Kanunları ve 1925’de çıkarılan Şark İslahat Planı”nın 41. maddesindeki  “Hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır” yasağının getirilmiş olunması, kurucu kadroların böyle bir zihniyete sahip olmadıklarını gösteriyor. Yani Kürtler’e özerklik sözü verildiği doğrudur, ancak bunun hangi amaçla yapıldığını görülememektedir. Kaldı ki, yukarıdan askeri elitler eliyle gelişen devrimle, her türden siyasal ve idari yetkinin Osmanlının aksine,  merkeze toplanması da bunu doğruluyor.

Kuruluştan kısa süre sonra peş peşe yaşanan 1925’deki Şeyh Said ve 1930 Ağrı isyanları ve 1937–38 Dersim olayları, Türk etnik kimlikli toplum yaratma amacına ve ağaların âdemi merkeziyetçi yapının tasfiyesine karşı baş kaldırışı olarak gelişti. Ankara’nın şiddet ve iç tehcir politikasının sonucu Kürtlerin sesi uzun bir dönem çıkamadı. Bu politikaların ne kadar sert uygulandığını gösteren bir örnek o dönem Ağrı’da yaşandı: “Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyor. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur.” (16 Temmuz 1930, Cumhuriyet)

İkİncİ dönem

Bu sessizlik dönemi 1960’lara kadar sürdü. Bu dönemde, aydınların ve öğrenci gençliğin çalışmaları, 1925 -1930’lardaki gibi Kürtlerin yeniden Kimlik haklarını elde etme doğrultusunda mücadelesinin başlamasıyla devlet,  raflarda tozlanmış eski politikalarını yeniden gün yüzüne çıkardı. Rıdvan Akar ve Can Dündar’ın Karaoğlan belgeselinde ortaya çıkardığı 27 Mayıs sonrası hazırlanan, “Doğu Grubu” raporu Kürtlere uygulanacak asimilasyon önerilerini içeriyor. 1923’te Kürt olarak tanımlanalar, bu raporla  “kendini Kürt sananlar” ve 1980’lerdeki “dağ Türkleri” tanımlarıyla,  Kürt inkârı serüvenini ortaya koyuyor.

1960’larda Kürt mücadelesinin gelişiminde en önemli etkilerden birini de KDP lideri Mustafa Barzani’nin 1961 yılında Irak’a karşı başlattığı savaştan galibiyetle çıkması oldu. Bütün Kürtler üzerinde olduğu gibi Türkiye Kürtleri üzerinde de moral yarattı. 1965 yılında Faik Bucak başkanlığında Türkiye KDP’ sinin kurulması,  tarihte Doğu mitingleri olarak yer alan, 1967 Mitingleri ve Doğu Kültür Dernekleri kurulmasıyla, ağların, dini tarikatların etkisinden çıkmaya başlayan Kürtler, Cumhuriyet’teki yerlerine yeniden itiraz etmeye başladılar.

1970’lı yıllarda orta çıkan toplumsal kabarışla, Bülent Ecevit’in “toprak işleyenin su kullananın” politikasının da, Kürtleri Cumhuriyete kazanmaya yetmediği kısa sürede görüldü. 29. isyan olarak tanımlanan PKK’nın silahlı kalkışmasına kadar, geçen sürede Kürtlerin kimliksel haklarının tanınması ve durumlarının iyileştirilmesi noktasında bir arpa boyu yolun alındığını söylemek mümkün değil.

Gerİ dönülmez yolun baŞlangIcI

PKK ile başlayan süreç, Cumhuriyet’in Kürt sorununun, çok ağır bedel ödenerek, tüm yönleriyle ve boyutlarıyla görünür olması sağlandığı gibi “dağ Türkleri” söylemi yerini Kürt realitesini tanımaya bıraktı. Burada bir parantez açarak belirtmek gerekir ki, PKK’nın 1984’te başlaştığı süreç olmasaydı, biz Kürt sorununda yerimizde sayardık tezi, ya da silahlı mücadele olmasaydı, yine Kürt sorunu eski halinde olacaktı varsayımı doğru bir yaklaşım değildir. Bugün siyasallaşmış bir Kürt halkının varlığını bununla sınırlı tutmak, son günlerde olduğu gibi Kürt sorununun varlığını kişilere veya örgütlere indirgeyen siyasete mahkûm olma yanlışına götürdüğü gibi toplumsal gelişme  yasasıyla da çelişir.  Başa dönecek olursak, Kürt realitesini tanımanın gerektirdiği açılımlar, esas olarak devletin geleneksel refleksi ve Cumhuriyetin demokratikleşmesi karşısındaki dirençler nedeniyle uzun süre yapılamadı. Hatta hukuksuzluğun, yasadışılığın egemen olduğu savaş döneminin ardından,  AB ile müzakere sürecinin de gereği olarak yapılan iyileştirmeler ya kâğıt üzerinde kaldı veya devamı getirilmedi.

Böylece Kürtlerin Cumhuriyet’le, aidiyet bağlarını güçlendirme isteğine karşılık verilmedi. Silahlı mücadelenin başlamasından bugüne kadarki süreçte, Kürtlerin demokratik zeminlerde siyaset yapma isteklerinin önü, çeşitli bahanelerle kesilerek, partileri kapatılıyor, yerel yöneticileri yargılanıp, ağır baskı altına alınıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son dönemde yaptığı gibi devlet olanaklarıyla Kürt kentlerine fethi seferleri düzenleniyor. Sonuçta savaş ve çatışma yeniden rolünü oynamaya başladı.

Bu durumda Kürt realitesini tanımış olmak, Cumhuriyet’in kuruluşundaki durumu aşmaya yetmiyor. Ancak 85 yıl içinde çok şeyin değişmiş olması, aynı siyasetle devam etmeyi imkânsız kılmaktadır.  Her şeyden önce Ortadoğu’da Körfez savaşları ve Irak’ın işgali sürecinde Kürtler, Irak’ta özerk bölgesel yönetime kavuştu. Bunun Türkiye Kürtleri üzerinde tahmin edilenden öte, çok önemli etkisi bulunmaktadır. Dünyadaki değişime parelel bir biçimde kimlik haklarının inkârını imkânsızlaşması ve Kürtlerde yaşanan siyasal, toplumsal, sosyal dönüşüm inkâr siyasetinin sonu getirdi, bastırmayla siyasetini de boşa çıkarmaktadır.

Cumhuriyet daha fazla sarsılarak, demokratikleşecek. Bütün bunlar, aslında Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin sürmesinin imkânsızlığı gösteriyor. Bu açıdan Cumhuriyet’in Kürt sorununda bir değişime gitmenin eşiğinde olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Ancak burada bu değişimin iç dinamikleri inisiyatifinde gelişememesi tehlikesiyle yüz yüze olduğumuzu belirtmek gerekir. Sadece Kürtlerin mücadelesiyle bu süreç gelişemeyeceğine göre, başkaca iç dinamiklerin harekete geçmesinde itici güç olabilecek eşitlikçi, özgürlükçü bir siyasal odağın gelişememesi sürecin dış güçlerin insiyatifinde gelişmesine yol açtığını son birkaç yıldır yaşananlar gösteriyor. Dış güçlerin belirleyici aktör olduğu durumda da halkların bir arada eşit, özgür ve demokratik yaşamalarının sınırları Irak’ta görülmüştür. Bu nedenle “herkesin istediği gibi yaşayabildiği” bir cumhuriyet, ancak çokkültürlü, çokdilli, çok kimlikli, eşit ve özgür bir toplumla mümkün olabilir.

Cumhuriyet’in 85. yılında, Mustafa Kemal’in özerklik sözünün aslına dönmek, kenarında durduğumuz eşiğin aşılmasına vesile olabilir. Bu bakımdan DPT’nin demokratik özerklik önerisinin üzerinde ciddiyetle düşünmekte büyük yarar olabilir.

1-Osmanlının, ümmetçi toplum yapısının, farklılıklarını bastırarak Türk etnik kimliğinden oluşan ulus-devlet yaratma politikası, Cumhuriyet’in en sarsıcı baş ağrısını oluşturdu.

2-PKK’nın 1984’te başlaştığı süreç olmasaydı, biz Kürt sorununda yerimizde sayardık tezi, ya da silahlı mücadele olmasaydı, yine Kürt sorunu eski halinde olacaktı varsayımı doğru bir yaklaşım değildir.

3- Kürt realitesini tanımış olmak, Cumhuriyetin kuruluşundaki durumu aşmaya yetmiyor. Ancak 85 yıl içinde çok şeyin değişmiş olması, aynı siyasetle devam etmeyi imkânsız kılmaktadır.