Cumhuriyet, üvey anlayışını terk etmeden demokrat olamaz *

Osmanlının, ümmetçi toplum yapısının, farklılıklarını bastırarak Türk etnik kimliğinden oluşan ulus devlet yaratma politikası, Cumhuriyetin en sarsıcı baş ağrısını oluşturdu. Türk devletini yaratmak için, Türkler dışındaki farklı kimlikler bastırıldı, ancak Kürt direndi.

Her 29 Ekim’de olduğu gibi, bu yılda devlet yetkilileri, birlik, bütünlük, bölünmezlik ve kazanımları korunacağı mesajı verdiler. Yıllardır verilen benzer mesajları, neredeyse herkes ezberledi. Türkiye, 85 yılını ‘bölünmez bütünlük” korumakla ve  “anti laiklerle”  mücadeleyle geçirdi.

Her şeyi Ankara’dan halleden yönetim, ömrünü toplumsal sorunları bastırarak ve ezerek tüketiyor. Bu arada cumhuriyetin üzerinde yükselmeye çalıştığı üç temel ayaktan ( diğer ikisi, üniter devlet ve devlet laizmi)   bir olan “sosyal” devlet olma iddiasını elbirliğiyle ortadan kaldırdılar. Diğer ikisi ise ciddi sarsıntı geçiriyor. Yaşanan bu sarsıntılar cumhuriyeti değiştiriyor.

Cumhuriyetin kuruluşunda yapılan yanlış ve bugün kutsanmaya devam edilen nedir? Ben bunlardan etnik kimlik konusunu ele almaya çalışacağım. Bu konuda cumhuriyetin kuruluşundan itibaren tartışma konusunu, tek etnik kimliği esas alan, ulusal devlet yaratma yaklaşımı oluşturdu.  Daha açık ifadeyle Osmanlının, ümmetçi toplum yapısının, farklılıklarını bastırarak Türk etnik kimliğinden oluşan ulus devlet yaratma politikası, Cumhuriyetin en sarsıcı baş ağrısını oluşturdu. Türk ulus devletini yaratmak için, Türkler dışındaki farklı etnik kimlikler bastırıldı, ancak Kürtler direndi. Kürtlerin direnmiş olmasının nedenlerini başka yazıya bırakarak, bu direnişin öyküsünü ve bugün Kürt sorununda cumhuriyetin ne halde olduğu kısaca özetleyelim.

Direnişin öyküsü

Önce son yıllarda Kürt aydınları tarafından dillendirilen, M. Kemal,  kuruluşta “Türk ve Kürtlerden oluşan bir Cumhuriyet amaçlamıştı” iddiasını açıklığa kavuşturmak gerekir. İddia esas olarak,  4 –11 Eylül 1919 toplanan, Sivas kongresinin sonuç bildirgesine, Mustafa Kemal’in 16–17 Ocak 1923’de İzmit’teki konuşmasına ve milli şef İsmet İnönü’nün 12 Aralık 1922’de Lozan görüşmelerindeki konuşmasına dayandırılıyor. Bu iddiayı haklı kılan sözler sarf edilmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında “Kürtlere özerklik” sürekli gündemde tutulmuş, ama hayata geçirmek için her hangi bir adım atılmamış. Konuşmalar incelendiğinde, bunların İstanbul hükümetine karşı güçlü bir cephe açmak ve Lozan’da yapılan görüşmelerde “Türklerle, Kürtler et ve tırnak” gibidir mesajı vermek amacıyla yapıldığı anlaşılıyor. Bunun yanı sıra,  1921 ve 1924 yıllarında çıkarılan Teşkilat-ı Esasiye kanunları ve 1925’de çıkarılan Şark İslahat Planı’nın 41. maddesindeki  “Hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.” yasağının getirilmiş olunması, kurucu kadroların böyle bir zihniyete sahip olmadıklarını gösteriyor. Yani Kürtler özerklik sözü verildiği doğrudur, ancak bunun hangi amaçla yapıldığını görülememektedir. Kaldı ki, yukarıdan askeri elitler eliyle gelişen devrimle, her türden siyasal ve idari yetkinin Osmanlının aksine,  merkeze toplanması da bunu doğruluyor.

Kuruluştan kısa süre sonra peş peşe yaşanan 1925’deki Şeyh Said ve 1930 Ağrı isyanları ve 1937–38 Dersim olayları, Türk etnik kimlikli toplum yaratma amacına ve ağaların âdemi merkeziyetçi yapının tasfiyesine karşı baş kaldırışı olarak gelişti. Ankara’nın şiddet ve iç tehcir politikasının sonucu Kürtlerin sesi uzun bir dönem çıkamadı. Bu politikaların ne kadar sert uygulandığını göster bir örnek o dönem ağrıda yaşandı: Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur.” (16 Temmuz 1930, Cumhuriyet)

 

İkinci dönem

Bu sessizlik dönemi 1960’lara kadar sürdü. Bu dönemde, aydınların ve öğrenci gençliğin çalışmaları, 1925 -1930’lardaki gibi Kürtlerin yeniden Kimlik haklarını elde etme doğrultusunda mücadelesinin başlamasıyla devlet,  raflarda tozlanmış eski politikalarını yeniden gün yüzüne çıkardı. Rıdvan Akara ve Can Dündar’ın Karaoğlan belgeselinde ortaya çıkardığı 27 Mayıs sonrası hazırlanan, “Doğu Grubu” raporu Kürtlere uygulanacak asimilasyon önerilerini içeriyor. 1923’te Kürt olarak tanımlanalar, bu raporla  “kendini Kürt sananlar” ve 1980’lerdeki “dağ Türkleri” tanımlarıyla,  Kürt inkârı serüvenini ortaya koyuyor.

 

1960’larda Kürt mücadelesinin gelişiminde en önemli etkilerden birini de KDP lideri Mustafa Barzani’nin 1961 yılında Irak’a karşı başlattığı savaştan galibiyetle çıkması oldu. Bütün Kürtler üzerinde olduğu gibi Türkiye Kürtleri üzerinde de moral yarattı. 1965 yılında Faik Bucak başkanlığında Türkiye KDP’ sinin kurulması,  tarihte Doğu mitingleri olarak yer alan, 1967 mitingleri ve Doğu Kültür Dernekleri kurulmasıyla, ağların, dini tarikatların etkisinden çıkmaya başlayan Kürtler, Cumhuriyet’teki yerlerine yeniden itiraz etmeye başladılar.

 

1970’lı yıllarda orta çıkan toplumsal kabarışla, B.Ecevit’in “toprak işleyenin su kullananın” politikasının da, Kürtleri Cumhuriyete kazanmaya yetmediği kısa sürede görüldü. 29. isyan olarak tanımlanan PKK’nın silahlı kalkışmasına kadar, gecen sürede Kürtlerin kimliksel haklarının tanınması ve durumlarının iyileştirilmesi noktasında bir arpa boyu yolun alındığını söylemek mümkün değil.

Geri dönülmez yolun başlangıcı

 

Kürtlerin kimliksel haklarının tanınması ve durumların iyileştirilmesi noktasında bir arpa boyu yolun alındığı söylemek mümkün değil.

 

 

PKK ile başlayan süreç, Cumhuriyetin Kürt sorununun, çok ağır bedel ödenerek, tüm yönleriyle ve boyutlarıyla görünür olması sağlandığı gibi “dağ Türkleri” söylemi yerini Kürt realitesini tanımaya bıraktı. Burada bir parantez açarak belirtmek gerekir ki, PKK’nın 1984’te başlaştığı süreç olmasaydı, biz Kürt sorununda yerimizde sayardık tezi, ya da silahlı mücadele olmasaydı, yine Kürt sorunu eski halinde olacaktı varsayımı doğru bir yaklaşım değildir. Bugün siyasallaşmış bir Kürt halkının varlığını bununla sınırlı tutmak, son günlerde olduğu gibi Kürt sorununun varlığını kişilere veya örgütlere indirgeyen siyasete mahkûm olma yanlışına götürdüğü gibi toplumsal geliş yasasıyla da çelişir.

 

Başa dönecek olursak, Kürt realitesini tanımanın gerektirdiği açılımlar, esas olarak devletin geleneksel refleksi ve Cumhuriyetin demokratikleşmesi karşısındaki dirençler nedeniyle uzun süre yapılamadı. Hatta hukuksuzluğun, yasa dışılığın egemen olduğu savaş dönemin ardından,  AB ile müzakere sürecinin de gereği olarak yapılan iyileştirmeler ya kâğıt üzerinde kaldı veya devamı getirilmedi. Böylece Kürtlerin Cumhuriyetle, aidiyet bağlarını güçlendireme isteğine karşılık verilmedi. Silahlı mücadelenin başlamasından bugüne kadarki süreçte, Kürtlerin demokratik zeminlerde siyaset yapma isteklerinin önü, çeşitli bahanelerle kesilerek, partileri kapatılıyor, yerel yöneticileri yargılanıp, ağır baskı altına alınıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son dönemde yaptığı gibi devlet olanaklarıyla Kürt kentlerine fethi seferleri düzenleniyor. Sonuçta savaş ve çatışma yeniden rolünü oynamaya başladı.

Bu durumda Kürt realitesini tanımış olmak, Cumhuriyetin kuruluşundaki durumu aşmaya yetmiyor. Ancak 85 yıl içinde çok şeyin değişmiş olması, aynı siyasetle devam etmeyi imkânsız kılmaktadır. Her şeyden önce Ortadoğu’da Körfez savaşları ve Irak’ın işgali sürecinde Kürtler, Irak’ta özerk bölgesel yönetime kavuştular. Bunun Türkiye Kürtleri üzerinde tahmin edilenden öte, çok önemli etkisi bulunmaktadır. Dünyadaki değişime pareler bir biçimde kimlik haklarının inkârını imkânsızlaşması ve Kürtlerde yaşanan siyasal, toplumsal, sosyal dönüşüm inkâr siyasetin sonu getirdi, bastırmayla siyasetini de boşa çıkarmaktadır.

Cumhuriyet daha fazla sarsılarak demokratikleşecek.Bütün bunlar, aslında Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin sürmesinin imkânsızlığı gösteriyor. Bu acıdan Cumhuriyet, Kürt sorununda bir değişime gitmenin eşiğinde olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Ancak burada bu değişimin iç dinamikleri inisiyatifinde gelişememesi tehlikesiyle yüz yüze olduğumuzu belirtmek gerekir. Sadece Kürtlerin mücadelesiyle bu süreç gelişemeyeceğine göre, başkaca iç dinamiklerin harekete geçmesinde itici güç olabilecek eşitlikçi, özgürlükçü bir siyasal odağın gelişememesi sürecin dış güçlerin inisiyatifinin gelişmesine yol açtığını son birkaç yıldır yaşananlar gösteriyor. Dış güçlerin belirleyici aktör olduğu durumda da halkların birarada eşit, özgür ve demokratik yaşamalarının sınırları Irak’ta görülmüştür. Bu nedenle “herkesin istediği gibi yaşayabildiği” bir cumhuriyet, ancak çok kültürlü, çok dilli, çok kimlikli, eşit ve özgür bir toplumla mümkün olabilir.

 

Cumhuriyetin 85. yılında, Mustafa Kemal’in özerklik sözünün aslına dönmek, kenarında durduğumuz eşiğin aşılmasına vesile olabilir. Bu bakımdan DPT’nin demokratik özerklik önerisinin üzerinde ciddiyetle düşünmekte büyük yarar olabilir.

 

1-Osmanlının, ümmetçi toplum yapısının, farklılıklarını bastırarak Türk etnik kimliğinden oluşan ulus-devlet yaratma politikası, Cumhuriyet’in en sarsıcı baş ağrısını oluşturdu.

2-PKK’nın 1984’te başlaştığı süreç olmasaydı, biz Kürt sorununda yerimizde sayardık tezi, ya da silahlı mücadele olmasaydı, yine Kürt sorunu eski halinde olacaktı varsayımı doğru bir yaklaşım değildir.

3- Kürt realitesini tanımış olmak, Cumhuriyetin kuruluşundaki durumu aşmaya yetmiyor. Ancak 85 yıl içinde çok şeyin değişmiş olması, aynı siyasetle devam etmeyi imkânsız kılmaktadır.

 

*Bu yazı Selami İnce ve Selçuk Sandarsayar’ın hazırladığı CUMHİYET 85. YAŞINDA yazı dizi içim kaleme alınmıştır.