Evrensel Gazetesi 30 Eylül 2008
Türkiye 2007 yılı ortasından itibaren Kürt sorununda eski politikasını yeniden uygulamaya başladı. Hatırlanacağı üzere Genelkurmayın 28 Nisan 2007 tarihinde yayınladığı muhtıra bildirisinin son cümlesi “ne mutlu Türküm diyen anlayışa karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” şeklinde bitiyordu. Bu cümle 28 Nisan e-muhtırasının sadece cumhurbaşkanı seçimleriyle sınırlı değil aynı zamanda Kürt kimliğinin inkâr edilemez noktaya gelmiş olması dolayısıyla, devletin yeni Kürt siyasetine ilişkin çerçevesini de içerdiğini göstermektedir. AKP, bu süreçten sonra devletin geleneksel Kürt siyasetine dört elle sıkı sıkıya sarıldı. DTP’ ye karşı düşmanca politikaların merkez üssü oldu; DTP’ye açık savaş ilan etti. “Milli mutabakatla” belirlendiği anlaşılan devletin Kürt siyasetinin, Kürt hareketinin tasfiyesi, etkisizleştirilmesi üzerine kurulduğu çok kısa sürede anlaşıldı. Bunun bir sonucu olarak sınır dışı askeri operasyonlar yeniden yapılmaya başlandı. Sokaktaki linç girişimleri meclis koridorlarına, adliye koridorlarına taşındı; DTP hakkında kapatılma davası açıldı. Tam da bu noktada iki konunun altını çizmekte yarar var. Birincisi DTP, Meclis’de sadece Kürtlerin değil, yıllar sonra solun, emekçilerin sesi olmaya başladığı için de egemen güçleri rahatsız etti. Bunun davanın açılmasında küçümsenemeyecek payı bulunmaktadır. Bu nedenle DTP’nin kapatılması davasını sadece etnik sorunlarla sınırlı düşünmek yanıltıcıdır. Kapatılma davasının doğrudan sınıfsal içeriği vardır. Yoksullara, aşağıdakilere dayanmayan, aksine ağalara, şıhlara dayanan bir Kürt hareketi bugün DTP’nin karşılaştığı muameleyle karşılaşmazdı.
İkincisi de, bütün bu olup bitenler Kürt sorununda, AKP siyasetiyle ile devletin politikası arasındaki nüans farklılıkları üzerinden AKP’ye demokratlık sıfatı yükleyenlerin gözlerine ikisi arasında esasta bir farklılığın olmadığını sokmuş olsa gerek. AKP’nin üzerine giydirilmek istenen “demokratlık” gömleği, AKP’ye dar gelip, üzerinde eğreti durduğu gibi ayıbını da örtmeye yetmiyor.
Kürt hareketinin sorunun çözümünü demokratik siyasal zeminlerde geliştirmek isteğinin, DTP’nin kapatılması ve meclis grubunun düşürülmesiyle sonuçlanması, Türkiye’nin demokrasi okulunda hala ilkokulda süründüğünü gösterecek. Vekilleri parlamentodan, belediye başkanları yerel yönetimlerden dışlanan, Kürt seçmen ve yurttaşlarının önünde sınırlı sayıda seçenek kalıyor. Bunlardan biride çözümü demokratik kanallar dışında aramak, yüzlerini Ankara dışında başka yönlere dönmektir. Çözümün dinamiğinin kendi siyasal iradesi dışında olduğunu görenlerin farklı arayışlara girmesi kadar doğal bir şey olamaz. DTP’ye açılan kapatma davası hukuksal gerekçelere dayanarak değil, bir “milli mutabakat” üzerine açılmıştır. Bu mutabakatın bir parçası AKP’dir. Dün milli iradeye sahip çıkma adına AKP’nin kapatılmasına karşı çıkanların, bugün DTP’nin kapatılması davasında ses çıkarmamaları ya da “alçak sesle” itiraz etmeleri demokrasiden, milli iradeden ne anladıklarını açığa çıkarmaktadır. Bu türler için sahte demokratlar sözü dahi hafif kalmaktadır.
Kürt sorunu demokratikleşmenin kilididir. Bu kilidi açamayanlar demokrasiyi hiçbir biçimde geliştiremezler. Sistemin en hassas ve dokunulamaz sorunu noktasında demokratik tutum almak kolay bir şey değildir. Milli irade olmayı, seçmenin çoğunluk oyuna sahip olmak ya da seçimlerde yüzde 47 oy almak olarak anlayanlar, bir-iki milyon oyu geçersiz kılmanın yaratacağı siyasal ve toplumsal tehlikenin derinliğini anlayamamaktalar. Milli mutabakatları ancak bu mutabakatlardan nemalanmayanlar bozabilir. AKP hakkındaki Anayasa Mahkemesi’nin kararının içeriği AKP’nin milli mutabakatın ana unsuru olduğunu yeteri kadar ortaya koymaktadır. Buna itiraz etmeyenlerin DPT’nin kapatılmasına itiraz etmemeleri kadar doğal bir şey olamaz.