RÖPORTAJ: HAKAN TAHMAZ
»ABD’nin, Türkiye ile size karşı yakın işbirliğine girmesinin nedenleri nedir?
ABD’nin, bize karşı bugünkü politikasının esas çerçevesi başkanımızın uluslararası bir komployla tutuklanmasıyla şekillendi. Bunun esası hareketimizin tasfiyesini esas alan Kürt sorununun çözümünü oluşturuyor. Bu konuda ABD hiçbir zaman gevşemedi. Mesela, ABD’nin baskısıyla, hareketimiz 2002″de, AB’nin terör listesine alındı. Yine 2001-2003 yıllarında hareketimizin uluslararası alandan tasfiye edilmesine dönük en aktif rolü ABD oynadı. 1999 sonrası ABD bizi parçalamaya çalıştı. Sorunuza dönecek olursak ABD, Türkiye’nin bölge sorunlarında kendisiyle birlikte davranmasını önemsiyor. Bizim anladığımız kadarıyla AKP’nin, İran devletiyle de gizli anlaşması var.
10
»Bu anlaşmanın içeriği nedir?
ABD’nin, İran’ı sıkıştırmasına karşı İran’ı koruma, onunla davranma. Türkiye, İran’la enerji anlaşması yaptı. AKP, aynı zamanda ABD’yi de idare etmeye çalışıyor. ABD, için Türkiye çok önemli. Türkiye ise, ABD”ye bizi dayatıyor. Türkiye, ABD’nin uluslararası alandaki diplomatik desteğini yeterli görmüyor, askeri alanda daha fazla destek, işbirliği istiyor. Bunun sonucu kara ve hava saldırıları yapıldı. Yani ABD, 5 Kasım 2007″de Türkiye’yi İran’a karşı yanına çekmek için anlaşma yaptı. Tam da bu noktada bazı sol çevrelerin bizim ABD’ye bazı konularda göz kırptığımıza ilişkin iddialarının birer halüsinasyon olduğu ortadadır.
»Sol çevrelerin eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz küçük bir sol grup gibi davranamayız. Biz uluslararası alanda mücadele ediyoruz. Birçok devlete karşı aynı anda mücadele ediyoruz. Biz her sıkıştığımızda, her önümüze gelene karşı kılıcımıza sarılamayız. Bizim doğuşumuzdan itibaren bir çizgimiz var. Her şeyden önce bunun ısrarlı savucusu, uygulayıcısı ve takipçisiyiz. Bu çizginin savusunu yaparken, halkımızın bizden beklentilerine de yanıt vermeye çalışıyoruz.
»Çizginizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bölgemizde ciddi bir savaş sürüyor. Bu savaşın bir tarafında statükocu güçler var. Bir tarafında küresel, uluslararası sermaye güçleri var. Bize göre statükocu güçlerin, devletlerin bölge haklarına vereceği bir şeyleri yok, sorunları çözebilecek kapasiteleri de yok. Bölgenin dayattığı değişim ve dönüşümdür. Statükocular bunları karşılayacak enerjiye ve bakış acısına sahip değil. Bunlar eskide direniyorlar, değişime karşılar. Biz bunlardan yana olamayız. Diğer taraftaki küresel sermaye güçleri ise kendi global çıkarlarıyla bölgeye yaklaşıyor. Bölgenin, Ortadoğu’nun sorunlarının dışarıdan reçetelerle çözülemeyeceğini ve küresel güçlerin Ortadoğu’ya demokrasi getiremeyeceklerini de çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla biz burada, herhangi bir tarafı tutma, bu güçlerden birinden yana taraf olma pozisyonuna giremeyiz, girmeyiz. Kürtler tarihte hep birileri tarafından kullanıldılar. Bugüne kadar Kürtler bölgede herkesin elinde bir kart oldu. Biz buna karşı bir hareket olarak ortaya çıktık. Biz ne bölgedeki egemen güçlerin ne de küresel güçlerin kartı oluruz. Biz Ortadoğu’da üçüncü gücüz.
»Kerkük sorunu nereye doğru gidiyor?
Kerkük meselesinin, ulusal sınırların altını kalın çizgilerle çizen bir anlayışla çözüme kavuşturulmasının mümkün olmadığını düşünüyoruz. Çünkü her şeyden önce ulusal devlet modeli artık demode oldu. Bu nedenle artık, şu şehir benim, bu şehir senin anlayışıyla bu sorun çözülemez. Halklar arası belirgin sınır savaşını anlamlı bulmayız. Kendi sınırları için en fazla çarpışanlar, Almanlarla Fransızlardı, ama şimdi sınırlarını kaldırdılar. Dünya global bir dünya olarak küçülüyor. Bu nedenle bizim için güneyin sınırı şuradan olmuş, buradan olmuş önemli değil. Ama Kerkük ayrıdır. Ayrıcalığı, Kürt halkının iradi bir güç olabilmesinde yatıyor. Kerkük’ün Kürt bölgesine bağlı olmasını istemeyenlerin esas gerekçeleri Kürtlerin elde edecekleri ekonomik güçten korkmalarıdır. Kürtlerin köle olarak kalmasını isteyenler, bunu bir kırmızı çizgi haline getirdiler. Bu nedenle halkların iradesini temel ilke edinmiş bir hareket olarak biz, bu durumu düşünmek durumundayız. Biz Kerkük’ü, bu noktada Kürt halkının iradeleşip, iradeleşememesi olarak ele alıyoruz. Şöyle ki, Türkiye kilometrelerce uzakta “hayır Kürt bölgesine bağlanmayacak” diyor. Keza Iran, keza Araplar aynı şeyi söylüyor. Şu anda Erbil’de, Süleymaniye’de, Dahok’ta petrol dışında bir gelir kaynağı yok. Güneyin halkı dışarıdan sürekli ekonomik fon alıyor. Kendi ekonomik bir gücü yok. Ekonomik gücü olmayanın, siyasal gücü de olamaz. Bu durumun kalıcılaşmasını isteyenler, Kerkük meselesini çözümsüzlüğe sürüklüyor. Kerkük’ün Kürt bölgesine bağlanmasını engellemeye çalışıyorlar. Bu nedenle Kerkük sorununu özgün ele almak gerek. Konuyu Kürtlerin iradeleşip-iradeleşememe sorunu olarak ele almak gerek. Kerkük coğrafi olarak bir Kürt bölgesidir. Ancak burada Kürtlerle birlikte, Türkler, Araplar gibi birçok etnik kesim yaşıyor. Bu nedenle özel bir statü bulunarak Kürt bölgesine bağlanmalıdır. Bütün kesimlerin kendilerini özgürce ifade edebilecekleri bir sistem bulunabilir. Birlikte yaşayıp, birlikte yönetim modeli oluşturulabilir.
»Küresel güçlerin, 11 Eylül sonrasında “terör” diye tanımladıkları, silahlı mücadele yöntemine karşı geliştirdikleri konsepti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz aslında 1993″ten itibaren silahlı mücadele döneminden faklı bir sürece girilmesi gerektiğini tartışmaya ve değerlendirmeye çalıştık. 1998″deki bizim tartışmalarımızı, önderliğimizin konuşmalarını araştıranlar hareketimizin bir arayış içinde olduğunu çok rahat görecektir. Bu süreç 1999″da önderliğimizin savunmasıyla somutluk kazandı. Yani bazılarının sandığı gibi önderliğimizin yakalanmasıyla başlamadı. Hatta önderliğimiz bu konuyu ilk kez Roma’da çok açık bir biçimde ortaya koydu. İmralı savunmasında bunları sistematikleştirdi. Biz eski klasik silahlı mücadele döneminin aşıldığını düşünüyoruz. Bu anlamda biz silahlı mücadeleyi sadece ve sadece meşru savunma zemininde yürütülmesini doğru buluyoruz. Bunun dışında saldırı tarzında silahlı mücadeleyi tasvip etmiyoruz. Hatta bunu terör olarak tanımlıyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, savunma hakkının sınırlarının çok iyi belirlenmesidir. İnsanların kendi hakları için mücadele etmesinin önünün tıkanması, demokratik olanaklardan mahrum bırakılması ve bunların silah ve şiddetle yapılması bizim temel kriterimizdir. Bizim için insan onuru ve haysiyeti her şeyin ama her şeyin üstündedir. Bunu savunmak, hukuksal, siyasal ve demokratik biçimde yapılamıyorsa, silahlı savunma insanların doğal hakkıdır. Biz silahlı güçlerimizi bu çizgiye çekmeye çalışıyoruz.
»Araçların yakılmasını ve Diyarbakır başta olmak üzere birçok yerde sivillere yönelik silahlı eylemler yapılmasını da bu kapsamda mı değerlendiriyorsunuz?
Bu aşırılıklar yaşanıyor. Bunları tasvip etmiyoruz. Diyarbakır’daki yaşanan patlamayı araştırdık. Yerel birimin kendi inisiyatifinde tasarladığı bir eylem olmuştur. Biz bunu doğru bulmuyoruz. Sizin sorduğunuz eylem türleri mahkûm edilmesi gereken eylemlerdir. Bu tür eylemleri geride bırakmak öyle sanıldığı kadar ne yazık ki kolay olmuyor. Geçmişte yaratılan savaş kültürünün kalıntılarıyla uğraşmak durumundayız. Ama bizim savunma dediğimiz sadece askerlerin saldırı anında ona karşı koyma değildir. Kendimizi her türden saldırı tehdidinden korumayı içerir. Bu, aynı zamanda bize karşı harekete geçmeyi planlayan ya da düşünen gücü bundan caydırmaktır. Ancak bunlar sivil hedefler olamaz. Sivillere zarar veren her türden eyleme kesinlikle karşıyız. Bunlar yanlış eylemlerdir. Bizim anlayışımıza uymaz. Bunun önlenmesine dönük büyük bir çaba içersindeyiz.
»1999 sonrası ayrı bir devlet kurma fikrini terk ettiniz. Radikal demokratik talepler için silahlı mücadele yürütüyor olmak bir çelişki değil mi?
Biz, silahlı mücadele vermiyoruz. Biz, “meşru savunma savaşı” veriyoruz. Kürt sorununun çözümünün de silahlı mücadeleyle değil, siyasi mücadeleyle olacağından hiçbir kuşkumuz yok. Burada güncel olması açısından bir şeyi belirtmek isterim. Ağrı’da Alman turistlerin alıkonulması sonrasında Ağrı valisi bir açıklama yaptı ve “Bunlar son çırpınışlardır, bir şey yapamadıkları için bu tür riski az eylemler yapıyorlar. Dikkat ederseniz saldırı durumları kalmamıştır” gibi laflar etti. Bu tür lafları çoğu zaman devlet yetkilileri ediyor. Köşe yazarları da benzer bir tahrik dili kullanıyor. Adeta niye saldırmıyorsunuz diyorlar. Biz daha fazla kan dökülmesini önlemeye çalışıyoruz. Benzer tahrik dili hava ve kara saldırılarında da kullanıldı. Kim ne kazandı, neye yaradı?
»Dünyada benzer sorunlar yaşamış birçok ülkesinde Sinn Fein gibi yapılar ortaya çıkmış. Bizde neden benzer yapılar ortaya çıkmıyor, DTP niçin benzer rolü yerine getiremiyor, PKK, kendisi dışında politik bir odağın gelişmesini istemiyor mu?
Bir kez sizin örnek gösterdiğiniz oluşumlar, İngiltere gibi köklü demokrasi geleneği olan ülkelerde gelişti. Sözünü ettiğiniz yapının bütün kadrolarını eski gerillalar oluşturuyor. Sistem buna izin veriyor. Bizde ise bu imkânsız. Silahıyla Türkiye gelen barış grubu üyeleri yıllarca cezaevinde tutuldu. Hala 5 arkadaşımız cezaevinde. Biz bugün silahları bıraktık geliyoruz desek, çoğumuz yıllarca veya ömrümüzün sonuna kadar cezaevinde tutuluruz. Önderliğimize karşı izlenen siyaset de bunu gösteriyor. Bize demokratik zeminlerde siyaset yapmanın önü açılmıyor. Meclistekilere “PKK’ye terör örgütü” diyeceksiniz dayatması yapılıyor. Sürekli partiler kapatılıyor, yöneticiler cezalandırılıyor. İkincisi de bizim mücadele koşullarımız, bölgemizin gerçekliği de buna çok fazla uygun değil. Belki de Türkiye’de böylesine bir şeye gerek yok. Her ülkenin kendi koşullarını değerlendirmek gerekir. DTP yapılanması bizimle aynileştirilemez. Devlet bunu yapmaya çalışıyor. DTP de bizim gibi bir Kürt örgütlenmesidir. Bizimle aynılaşmasını biz istemiyoruz. Çünkü biz kendi özgünlüğümüzü koruyarak, koşulların uygun olması durumunda demokratik siyaset zemininde PKK olarak var olmak istiyoruz. Siyasette kendi rolümüzü oynamak isteriz. Ama değişik kadrolar eliyle ara bir halka gibi Kürt demokratik legal siyasetinin de önemli bir işlev göreceğine inanıyoruz. Biz kendi özgünlüğümüzü korumaya çalışıyoruz ama DTP’nin rolünü oynayamamasının nedeni biz değiliz. DTP’yi işlevsiz bırakan AKP, CHP ve ordudur. Siz diyorsunuz ki DTP demokratik siyaset alanında daha etkin olmak istiyor. Bu güzel de, onların elini, kolunu tutan biz değiliz ki. DTP’nin elini, kolunu bağlayan, Ahmet Türk’ün elini sıkmaktan imtina eden AKP zihniyetidir.
»DTP’nin, TBMM’de grup kurmasıyla birlikte önünü kesmek için PKK’nin şahin kanadını yönetime getirdiği gerçek değil mi?
Bir kez DTP yönetiminin nasıl oluştuğuna hiçbir biçimde karışmayız, karışamayız. Biz DTP kadroları içinde ayırım yapamayız, yapmayız. Hepsine aynı düzeyde yaklaşırız. Benim gördüğüm kadar DTP’ye en büyük kötülüğü DTP içindeki fikri farklılıklardan çatlaklık yaratmak isteyenler ve şahin-güvercin ayrımı çıkarmak isteyenler yapıyor. Bu sanal bir şeydir. TBMM altında nasıl şahinlik yapılır ben pek anlamıyorum. Şahinlik yapmak isteyenlerin orada ne işi var bilemiyorum. DTP’lilerin de yanlışları, yetmezlikleri söz konusudur. Biz de esas olarak parlamenter zeminde işlevli olacakların yönetime gelmesini isteriz. Ama sadece isteriz. Herhangi bir müdahalemiz söz konusu olamaz. Şunun altını bir kez daha çizmek istiyorum. DTP’yi etkisiz kılmak isteyen AKP’dir. DTP buna karşı direniyor. Bunu da saygıyla karşılıyoruz. DTP’nin iç sorunları olabilir. Biz bunları bilemeyiz ve hiçbir biçimde karışmayız. Hareketimizin bir genel çizgisi ve çerçevesi var. Bütün mücadele alanlarında bu genel çerçeveye uygun davranılmasını isteriz.
»Ergenekon operasyonu ve parti kapatma davalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de bir iç iktidar kavgasının olduğunu düşünüyoruz. AKP’nin kapatılması ve Ergenekon operasyonu bir iktidar kavgası olarak çıkmaza girdi. Türkiye’yi yeni bir siyasal krize doğru sürüklüyor. Bu kavganın uçları belirginleşti. Bir tarafta siyasal İslam olarak tanımlanan ve devleti ele geçirmek isteyen AKP var. Diğer yanda daha çok ulusalcı, devlet eksenini temel alan, kendini devletin sahibi olarak gören güçler var. Bunlar arasında savaş derinleşti, Türkiye’yi çıkmaza, çözümsüzlüğe sürüklüyor. Türkiye uluslararası bir müdahaleyle karşı karşıya. Uluslararası güçler bu iki kesimden birini destekliyor değil. Her iki tarafın da sivri uçlarını törpüleyerek, Türkiye’yi yeniden dizayn ediyorlar. Generallerin tutuklanmasıyla birlikte bu işin AKP’nin boyunu çok aştığını görmek gerek. Bu temiz eller operasyonu, demokratikleşme çabası hiç değildir. Aynı biçimde bir laiklik kavgası da değildir. Her iki cepheyi bir noktada uzlaştıracaklardır. Bu görülüyor. Muhtemelen ordu kendi içinde bir temizliğe gidecektir. Bu emekli generallerin hiç mi ordu içinde ilişkisi yok? Bunların arkadaşları, öğrencileri yok mu ordu içinde, böyle bir şey olabilir mi? Bu operasyonun bir parçası da DTP’ye yöneliktir. Anayasa Mahkemesi”nde dava tam da bu amaçla açıldı. DTP’yi kapatarak, demokratik Kürt siyasetini hizaya sokmaya çalışacaklar.
»Sol ve demokrasi güçleri nasıl bir görevle karşı karşıyadır?
Bu iki cephe karşısında sol bağımsız çizgisini tarihin bu aşamasında hayata geçirmelidir. Ne devletçi, darbeci bir yaklaşımdan yana olmalıdır, ne de çıkarcı, takkiyeci bir anlayıştan yana olmalıdır. Bu konuda acil gerçek halk muhalefetine, demokrasi hareketine ihtiyaç vardır. Ciddi bir boşluk söz konusudur. CHP ne yapıyor? Açıktan darbecilik yapıyor, darbecileri kamufle etmeye çalışıyor. Darbeci siyaseti esas alıyor. AKP ise her konuda takkiyeci bir siyaseti esas alıyor. Geriye bir tek MHP kalıyor. Bu tablo büyük riskleri gösteriyor. Tam da bugün sola ihtiyaç var. Aktif siyasetin içinde olsun, olmasın, solun mukadderatını değiştirecek şahsiyetlere, gruplara, güçlere çok önemli görevler düştüğünü düşünüyoruz. Biz buna kendimizi de dâhil ediyoruz.
Tarihin bu aşamasında Türkiye demokrasi, sol, sosyalist güçleri ve Kürt hareketi bir biçimde birleşerek, halklara güven verici bir perspektifi oluşturmak, ortaya çıkarmak, gerçek bir halk muhalefeti yaratmak sorumluluğuyla karşı karşıya. Güçlü bir demokrasi hareketi yaratma şansı doğdu. Şimdi bu şansı değerlendirmek gerekir. Bizim çağrımız bütün sol, demokrasi güçlerinedir.
Sorumluluğumuza sahip çıkalım. Dar grupçu hesaplar uğruna bu önemli tarihsel fırsatı kaçırmayalım. Solun parçalı durumu sorunlara yanıt üretmeye elverişli değil. Kitlelere ümit vermiyor. Ciddi birikime sahip şahsiyetler çok farklı yerlere savruluyor, hiç olmadık yerlerden beklentilere giriyor. Büyük bir potansiyel heba oluyor. Bunun için bütün sol şahsiyetler, çevreler, gruplar, kitle örgütleri, emek örgütleri, gerçek demokrasiden, halkların kardeşliğinden yana olanlar, Türkiye’nin zorla değil gönüllü birliğinden yana olan bütün güçler bir çatı örgütü yaratmalı.
»Türkiye’de herkesin bir çatı örgütü tanımı var siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Herkesin başka bir tanımı olduğu bir gerçek. Çatı örgütüyle biz, herkesin kendi özgünlüğünü koruyarak ortak bir noktada buluşmasını anlatmaya çalışıyoruz. İdeali yeni bir parti altında buluşmaktır. Ama yıllardır bunu başaramıyoruz. O nedenle işe daha geri düzeyden başlamak acil ihtiyacı karşılamak için çok elverişli olur diye düşünüyoruz. Biz solu da, kendimizi de iyi tanıyoruz. Bunu başarmanın çok zor olduğunu biliyoruz. Yeni sol parti bir anda olacak bir şey değil. Demokratik muhalefet yaratmaya mevcut sorumlu güçler cevap vermek zorunda. Bunun en kestirme yolu neyse onu bulalım. Biz çatı örgütü diyoruz. Muhalefet örgütü de olabilir ya da başka bir isim veya formül de bulunabilir. Ama biraz acele etmek gerek. Bir adım atmak gerek.
»Silahların susması için, Kürt sorununun demokratik zeminlerde çözülme sürecine girmesi için ya da silahlı çatışmaların son bulması için atılması gereken adımlar nelerdir?
Şiddeti devre dışına bırakmak ve diyalogun tek seçenek olarak benimsenmesi çatışmaları durdurur, hiçbir eve cenaze gelmez. Bu yalnız bizim atacağımız adımla kesinlikle olamaz. Çift taraflı atılacak bir adımdır. Türkiye’nin diğer tüm sorunları gibi Kürt sorununun da demokratik zeminlerde çözülebileceğinin kabul edilmesi gerekir. Kürtler varlıklarını tehlike ve tehdit altında hissetmedikleri koşullarda şiddet son bulur. Bunun için her şeyden önce Kürtlere kapatılan demokratik zeminler açılmalı, demokratik siyaset kanalları güçlendirilmelidir. Aksi halde tek taraflı ateşkesler bir işe yaramıyor. Sorunu daha da büyütüyor. Bunun için barışseverlerin, demokratik siyasetçilerin bir şeyi unutmaması gerek: Biz 1999″da ateşkes yapmadık, silahlı mücadeleyi bıraktık. Ama sorun çözüldü gibi davranıldı. Erdoğan’ın bir zamanlar söylediği gibi, düşünmezsen sorun yoktur noktasına gelindi. Herkes sorunun bitiğini düşündü. Halbuki sorun bizden önce de vardı, biz eylemlere son versek de orta yerde duracaktır. Gerçekten sokaktaki insan artık yeter diyor. Hem çatışmaya, ölümlere, hem de kimliğinin, dilinin yasaklanmasına yeter diyor. Artık insanlar, “ben devletim yaparım, ben egemenim ezerim” mantığına karşı çıkıyor. Biz, Türkiye’nin hassasiyetlerini de dikkate alan makul çözüm önerisi getiriyoruz. Ayrı devlet kurmak kesinlikle istemiyoruz. Devletin ve toplumun çeşitli değerlerine karşı negatif bir tutum içinde değiliz. Biz bu ülkede kendi kimliğimizle, dilimizle ve kültürümüzle eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz. Bize önce gelin teslim olun diyorlar. Biz dağa niye çıktık, bunun için çıktık. Durup, dururken çıkmadık. Bazı eski generaller Hikmet Bila’nın yaptığı söyleşide “biz hata yaptık. Kürt kimliğini inkâr ettik” dediler. Biz de bu inkâr için dağa çıktık. Bu nedenle biz suçlu değiliz. Bunu ancak yeni bir toplumsal uzlaşmayla aşabiliriz: Bizim bir af talebimiz yok. Evet, çok asker öldü. Ama çok Kürt de öldü. Birçok Kürt, evinin dükkânın önünde, sokakta kurşuna dizildi. Bunları yapanların büyük bir kısmı görev başında, birkaçı yargılandı. Bugün birçok kişi, Kürt sorununun varlığını kabul ediyor. Bu sorunun ortaya çıkardığı örgüt ise ya yok sayılıyor, ya da suçlanıyor. Bu örgütün önderini öne çıkardığımız için sürecin tıkandığı iddia ediliyor. Böyle saçma bir şey olabilir mi? Biz önderliğimizi yok mu sayacağız.
»Diyalog zemini yaratılması gerektiğini söylediniz. Diyalogun adresi Abdullah Öcalan mı?
Biz bir sistem oluşturduk. Bunun fiili yöneticisi değilse de beyni, önderi Öcalan’dır. Diyalog, çözüm tabii ki oralardan geçer. Ama birileri bunu kabul etmeyip, başka bir öneri yaparsa, biz buna kapalı değiliz. Mesela bu reel durum kabul edildikten sonra bana göre, DTP diyalogun zemini olabilir. Ama tasfiyeci yaklaşımlar öncelikle terk edilmelidir. Önderliğimizi dışlayan, tasfiye etmeyi amaçlayan bir çözüm önerisi, kimliğine sahip çıkan hiçbir Kürt tarafından da, bizim tarafımızdan da hiçbir biçimde kabul edilemez.
»Kürt sorununun çözümüne ilişkin temel önermeniz ne?
Bizim Kürt sorununun çözümü formülümüz, önerimiz, demokratik özerklik formülüdür. Türkiye’nin sınırlarını zorlamayan, Cumhuriyetin temel özelliklerini değiştirmeyen bir formüldür. Bize göre makul ölçülere sahiptir. Halkların çıkarlarını da kendi içinde barındıran bir çerçevedir. Türkiye Cumhuriyeti”nin sınırları içinde demokratik özerklik ekseninde Kürt sorununun çözümü Türkiye’yi de güçlendiren bir öneridir. Türkiye’yi refaha, demokratik sisteme kavuşturacak olan tek model demokratik özerklik formülüdür. Bunun detayını daha önce açıklamıştık.
Sonuç Yerine
Konu daha önce Bir Gün gazetesi için hazırladığımız “Türkiye Kürt sorununda çözüme ne kadar hazır” başlılık yazı dizi sırasında gündem gelmişti. Kürt sorununun doğrudan taraflarından biri olan PKK’nın ise konu hakkında ne düşündüğünü merak ediyorduk. Bu sorularımızı PKK’nın en yetki kişisi Murat Karayılan’a yönettik. Kandil’e kadar zor koşullar altında gitmişken sadece yapılan bir röportajla yetinemezdik.
Erbil sonrası
Kısa sayılmayacak Erbil – Kandil yolculuğumuz sırasında kontrol noktalarında peşmegeler, bizi İngiliz ya da Almanlar’a benzettiklerinde yüzlerinde tebessüm beliriyordu. Ama Türk olduğumuzu öğrendiklerinde bunun yerini büyük bir ciddiyet ve gerginlik alıyordu. Kılavuzluk yapan Erbil’lilerin, peşmergelere gazeteci kimliğimizi söylemememizi istememelerinin nedenini öğrendiğimizde ise bunun sebebini anladık. Bölgede Türkiyeli bol miktarda gazeteci kimliği ile dolaşan istihbarat elemanı olduğunu öğrendik. Tabi onlar bize şüphe ile yaklaşırken bizim aklımızdan da “acaba bunlar Türkiye’ye çalışan istihbarat elemanımı” sorusunu geçmedi değil. Güvenlik konusuna değinmişken Erbil’in bir Ortadoğu kenti olduğunu ilk hatırlatan sokakta hiçbir resmi güvenlik görevlisi görmemiz oldu. Erbil’de de birçok Ortadoğu kentinde olduğu gibi esas olarak güvenliği sivil istihbarat elamanları sağlıyor. Hava alanında bindiğiniz taksi şoförü kanalıyla güvenlik birimleri sizi kontrol altında alıyor.
İşte Kandil
PKK’nın kontrolü altında olan alana girene kadar durdurulduğumuz 5 geçiş noktasında da benzer sorunlar yaşadık. Meda savunma alanındaki, PKK kontrol noktalarında ise oldukça sıkı önlemler alınıyor olmasına rağmen bizim haberli yolculuğumuz işimizi kolaylaştırdı.
50’sine merdiven dayamış yaşımız ve yüzü aşan kilomuzla uzun oto yolculuğundan sonra dağcılığa “özenmemiz” bizi bitap düşürdüğünü söylememiz gerek. Kısa bir soluklanma sonrasında aklımıza tartışmaya, sohbete nereden başlamalı sorusu takıldı. Kafamda cevabını aradığım ve merak ettiğim bir yığın soru vardı. Bunların yanıtını ne kadar bulacağım konusunda ise tereddütlere sahiptim.
Dikkat çekici ortak bir değerlendirme ise 1999 silahlı eylemlerin durdurulmasıyla Kürt sorunun çözümüne ilişkin gelişen umutların 2006 yılı sonuna kadar sürdüğü, 2007 yılının ise bu konuda büyük bir kırılma, kopuş yılı olduğuydu.
Söyleşi sırasında dikkatimizi çeken en önemli konu, özelikle 2007 yılında Cumhuriyet mitingleri furyasıyla solda başlayan tartışmaları, yarılmayı, değişimin görülemiyor olması oldu. Emek ve meslek örgütlerinden yaşanan tepetakla gidişi, ulusalcılığın ulaştığı boyutların çok farkında değiller.
PKK, kendisini Ortadoğu’nun kalıcı ve kökleri derin bir siyasal öznesi olarak gördüğü için de DTP’ni bir tür ara halka olarak tanımlıyor, böyle işlev görmesini istiyor. Böyle olunca da DTP’ ne birçok kişi veya kurumun baktığı gözle bakmıyor. Hatta bazı kadrolar çok fazla önemsemiyor. Başlangıçta demokratik siyaset zemininin kendilerine karşı bir zemin olarak inşa edilmek istendiğini ama bunu engellediklerini düşünenler var.
Kandil’den Türkiye’deki gelişmeleri doğru okuyabilmenin koşulları ne kadar sınırlı ve zorsa aynı biçimde İstanbul’dan, Kandil’i anlamakta zordur. İki ayrı dünyanın, siyasal, toplumsal sorunları algılaması da, değerlendirmesi de çok farlı olabiliyor. Sorun bu ikili hayata son verebilmektir. Bu acıdan Kürt sorununun demokratik çözümünü isteyenlerin işlerinin zor olduğunu bir gerçektir. Hem coğrafi koşullar, hem oluşmuş olan “sosyal silahlı hayat” esas olarak ta devletin çözüme uzak duruşu, bu savaşın çok uzun dönem devam edeceğinin güçlü emareleri. Kandil’e, sayıları bilmem kaçı bulan silahlı insanın devlete başkaldırısı olarak bakmak, en büyük yanlış oluyor. Orada silahlı sosyal bir hareket gelişmiş. Doğrusu insanda, bu gidişatla savaş, 30 – 40 yıl yürütülebilecekmiş gibi bir duygu gelişiyor. Ama bunun nasıl olabileceğine ise bir türlü akıl erdirmek mümkün olmuyor.
Silahlı savaş kavramının geçtiği her soruya ya da değerlendirmeye “biz klasik silahlı savaş sürdürmüyoruz, aktif savunma savaşı yürütüyoruz” yanıtı veya tepkisi veriliyor. Bu resmi jargon, herkes için bir ezber olmuş. Buna kendilerini o kadar çok inandırmışlar ki, M. Karayılan’ın röportajında da görüldüğü gibi artık dünyada silahlı mücadeleyle hak almanın koşulların kalmamış olduğuna ilişkin sık vurguyla bu stratejinin ayrımını izah etmek benim için oldukça zor oluyor. Aslında aktif savunma savaşı tanımlaması yabancı olduğumuz bir şey olmasa da hareketin bunu son derece içleştirmiş ve kavramış olmasını da pek çözemedim. PKK, barış talebinin politik zemini aslında bu stratejisiyle doldurmaya çalışıyor. Klasik silahlı mücadeleyle, hak elde etmenin çağımızda doğru ve mümkün olmadığı bu nedenle barış için savunma savaşı yürüttüklerini söylüyorlar. Hatta bana büyük bir çelişki gibi gelen 2000’li yıllardaki gerillaya katılımın yüksek olmasını da bu temel stratejiyle izah ediyorlar. İşte bu yaman çelişki çözüldüğünde, Kürt sorunu demokratik siyasal zeminlerde çözüm sürecine girecek. Savaşın tıkanma noktası burası olsa gerek. Hem silahlı mücadeleyle hak alınamayacağını savunmak, hem de kendi kimliğine dönük savunmayı silahlı eylemlerle yürütmek. Bu, generallerin “bu sorun sadece askeri önlemlerle çözülemez” cümlesi kurup sonrasını getirmemeleri gibi bir şey. Her iki tarafta da aynı şey yaşanıyor. Sorunun silahla çözülmeyeceği ifade ediliyor. Ama o kadar. PKK, biz defalarca tek taraflı eylem durdurduk. Devletin yanıtı askeri operasyonlar oldu diyor. Devlet ise “elinde silah bulunanın üzerine devlet doğası gereği, silahla gider” gibi eskimiş bir saplantıyla soruna yaklaştığı için düğüm çözülemiyor. Bu düğümü çözmeye dönük son yıllarda birkaç kez yenilenen “tek taraflı ateşkes” çağrılarına ise oldukça tepkililer. Aydınların bu çağrıları yapmadan önce devletin izlediği imha siyasetine tutum almaları gerektiği, imhanın sürdüğü koşullarda elimizi kolumuzu bağlamamızı kimse bizden isteyemez, istemeli diyorlar. Bu doğrultuda tek taraflı olarak yapılacak çağrılara bundan sonra hiçbir biçimde yanıt vermeyeceklerinin altını çiziyorlar. Özelliklede 2006 Ekim’den itibaren uygulamaya koydukları tek taraflı ateşkes sonrası gelişmelerin bunu imkânsız kıldığını belirtiliyor. Çünkü iddiaya göre bazı devlet kurumları ateşkes yapması için PKK ile temas kurarken, hükümetinde kimi aracılar vasıtasıyla benzer talepte bulunduğu ama sonunun getirilmediği söyleniyor. Bir iddiaya göre de seçimler arifesinde bütün hükümetlerin benzer taleplerinin olduğu ifade ediliyor. Özellikle yerel seçim öncesinde benzer talebin yeniden gündem geleceğini, aydınların buna dikkat etmesi konusunda uyarılarda bulunuyorlar.
Kadın Topluluğu
Yüce Kadın topluğundan Mızgin Amed, Çiğdem Doğu, Leyla Van, Sümbül, Newroz Ceren ve Çınar ile yaptığımız kısa görüşme ise en ilginç olanlardan biriydi. Kadınlar, yaşamlarını ne derece sosyalleştirdiklerini gözlerimizin içine soktular. Görüşmenin neredeyse tamamı hayata dair sosyal, kültürel konular üzerine geçti. Bize orada bulunmamızdan neler hissettiğimiz sorarlarken kendilerinin duygu dünyalarını gizlemeye dönük en küçük bir çabaları söz konusu olmadı. Hele de söz Sezen Aksu’un, Deniz Yıldızı CD ve konserlerinden açıldığında hepsinin gözlerindeki ışıltıyı, yüreklerindeki heyecanı hissetmemek mümkün değil. CD’yi nasıl bulduğumuza ilişkin soru ise bizim büyük bir mahcubiyet duygusuna kapılmamıza yol açtı.
sonuç yerine
Bu savaşı bitirecek olan devletin demokratik çözüm iradesi olacaktır. Devlet çözüme dair irade geliştirmediği sürece savaş ne zaman kadar sürer bilinmez ama en azından kısa sürede kolay bitmeyeceğini çok rahat söyleyebiliriz. Büyük medyanın her gün ürettiği senaryoların bu toplumu oyalamaktan ve psikolojik savaş sürdürmekten başka çok fazla sonucunun olmadığı Kandil’in her halinde belliydi. Akan kanın durmasını sağlayacak, gençlerin ölmesine son verecek biricik yol artık Türkiye’nin PKK ve Abdullah Öcalan gerçekliği ile yüzleşmesidir. Türk siyasetinde ilk taşı atacak, il sözü söyleyecek cesur yüreğe ihtiyaç var. Tıpkı 1990’larda Kürt realitesi tanındığı gibi şimdi de PKK ve Öcalan realitesiyle Türkiye’yi yüzleştirecek iradeye çok acele ihtiyaç var.
Bu yolculuk döneminde büyük bir misafirperverlik yaparak, yatağını veren insanlarla sivil hayatta ne zaman, nerede karşılaşacağım sorusu aklıma takılı olarak bir yaşam sürdüreceğim. Ya da gazete, TV haberlerinden ölenlerin fotoğraflarını gördüğümde gözlerim içlerinde, salçayla komitan yemeği yapanlar, neskafeden kepicino yapan genç, hiç eksik olmayan çaydan sürekli ikram eden Tokat’lı veya büyük bir heyecanla Sezen Aksu’nun Deniz Yıldızı’nı dinlememizi isteyen Çiğdem var mı diye arayacak.