YENİ YAZI DİZİ -1- Yerel seçimlere Hazırlanırken: SOL YÖNELİMLER İTTİFAKLAR TARTIŞMALAR

BirGün GAZETESİ

10 MAYIS 200 8

Hakan Tahmaz- Önder İşleyen

 

BAŞRAKEN:

Kısa süre önce yapılan seçimlerin sol, sosyal demokrasi ve sosyalist güçler açısından sonuçları malum. Ülkemizin ekonomisinden idari yapısına, hukukundan siyasetine kadar her şey büyük ölçüde uluslararası sermaye düzeninin gereklerine uygun olarak yeniden şekilleniyor. Bu politikaların taşıyıcılığını üstlenen AKP, bu yöndeki, neo-liberal değişim programının kararlı bir uygulayıcısı konumunda. Küresel kapitalizmin yeni düzenine eklemlenme doğrultusundaki değişim talebiyle, toplumun değişim talebini de birleştirerek, arkasına aldığı muazzam gücünü yitirmeye başladı. Bu acıdan yeni dönemin eşiğindeyiz. Diğer yandan bu süreç milliyetçiliğin görece, belirli bir güç oluşturmasına da yol açtı. Türkiye piyasacı ekonomik, sosyal liberal politikalarla, milliyetçi şoven politikalar arasına sıkışmış, toplum adeta iki kampa bölünmüş durumda. Sol ve sosyalistler ise, bu politik sıkışmışlıktan çıkış oluşturabilecek politik bir zemin ve güç oluşturmaktan uzak, etkisiz, moralsiz ve parçalı bir konumda. Bu durumdan çıkış için “çatı partisinden”, “sol güç birliğine” kadar bir dizi önermeyi tartışmakta ancak bu önermeler henüz somut bir şekle kavuşmuş değildir.

 

Önümüzdeki yerel seçimleri de dikkate alarak Solun bu içinde bulunduğu parçalı ve moralsiz halden çıkış oluşturabilecek tartışmaları sayfalarına taşımaya çalışacağız. Böylesi bir arayış ve tartışma içersinde yer alan sol, sosyal demokrat ve sosyalist parti ve çevrelerin görüşlerini sayfalarımıza taşırken aynı zamanda çeşitli akademisyenlerin görüşlerini de taşıyacağız. Yazı dizisini okuyucularımızın yakından tanıdığı Prof. Mithat Sancar ile gerçekleştirdik. Mithat Sancar ile yapılan söyleşinin ilk bölümüyle birlikte yine başka bir akademisyeninde Prof. Erol Katırcıoğlu’nun   BirGün Gazetesi okuyucuları içi kaleme aldığı makalesiyle başlattık.

Hakan Tahmaz

 

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi MİTHAT SANCAR:

 

Güvensizlik duygusu, küçük dünyalara sarılmayı getirdi

12 Eylül’den sonra “birleşme” “ittifak” arayışları güvensizlik ipoteğinde kurtulamadı. Kendi küçük dünyasından çıkmanın kurda kuşa yem olmak sonucunu doğuracağı düşünüldü.”

 

<Solun mevcut haline nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de solun bugünkü durumunu şu üç sözcüğün ışığında değerlendirebiliriz: Dağınıklık, güvensizlik, korku. Sol, fazlasıyla parçalı ve dağınıktır; kendine güven duymamaktadır, her bir sol parçanın duruşunu belirleyen temel faktörler arasında korku önemli bir yer tutmaktadır.

 

<Bu nereden kaynaklanıyor?

Bu tablonun kökleri, 12 Eylül’de yatmaktadır. Gerçi bu tespit, o kadar sık tekrar edildi ki, artık bayat bir klişe haline geldi; ama hakikat bu. 12 Eylül, solun sadece fiziksel varlığını değil, özgüvenini de dağıttı. 1965 – 1980 arası dönemde, sol toplumla güçlü bağlar kurabilmiş; siyasal dengeleri etkileyen bir aktör haline gelmişti. Bütün sıkıntılarına, acemiliklerine, yanlışlarına, zaaflarına rağmen sol, bu dönemde, ayaklarını topluma basıyordu. Bu durum, solun kendine güveninin de güçlenmesini sağlamıştı. Gerçekten de, kendine güveniyordu sol; hatta bu güven, abartılı derecede büyüktü; kısa zamanda “devrim” yapacağına bile inanmıştı.

 

<<Sonra ne değişti?

Darbenin ardından, herhangi bir direniş gösterememiş ve kısa sürede ağır bir hezimete uğramış olmak, solun hem kendine hem de topluma güvenini çok ciddi biçimde örseledi. “Nerede o insanlar?” sorusu, bilinçaltına kazındı sanki. Bunun adı, travmadır. Sol bu travmayla baş etmeyi, bu travmayı aşmayı bir türlü beceremedi. Güvensizlik duygusu, içe kapanmayı ve küçük dünyalara sarılmayı da beraberinde getirdi. Yeniden toparlanma adı altında, eski aidiyetlere dayanan küçük gruplar oluştu. Herkes, kendini en çok kendi grubu içinde güvende hissediyordu. Bu gruplara güvenmeyenler de, ya kendi bireysel dünyalarına sığındılar, ya da daha büyük dünyalara yelken açmak adına kendilerinden bile kaçtılar. Çeşitli dönemlerde gündeme gelen “birleşme”, “ittifak” arayışları da bu güvensizlik duygusunun ipoteğinden kurtulamadı. Kendi küçük dünyasının dışına çıkmanın, belirsiz bir ortamda kurda kuşa yem olma sonucunu doğuracağı düşünüldü. ÖDP gibi, en kapsayıcı ve heyecan verici birlik projesi bile, bu yüzden başarısız oldu. Travmayı aşamadığınız zaman, o travmayı yaratan olaya, daha doğrusu travmayı yaratan olayın yaşandığı geçmişe saplanıp kalmanız kaçınılmazdır. Solun çeşitli unsurları, bu geçmişe saplanıp kaldıkları için, akmakta olan zamanı yakalama konusunda da çok büyük zorluklar yaşamışlardır. Dünyadaki değişimleri, ülkedeki gelişmeleri ıskalama gibi bir durumla karşı karşıya kalmışlar; bu şartların içinde yetişen yeni kuşakları kucaklamakta başarılı olamamışlardır. Zira güvensizlik duygusunu aşamayan bir özne, dış dünyayı belirsizlikler ve tehlikeler evreni olarak algılamaya meyleder; o evrene doğru hamle yapamadıkça da, kendi içinde, küçük dünyasında kalmayı tercih eder. Bu durumda, o küçük dünyanın kendi içindeki sorunlar veya o küçük dünyayı paylaşan grupların kendi aralarındaki anlaşmazlıklar, evrenin en önemli meseleleri haline gelir; bütün enerji bunlara harcanır. Oysa dışarıda gürül gürül akan bir hayat var ve o hayat sizi, sizin kendinize gelmenizi beklemiyor.

 

12 Eylül’den sonra, sol taleplerin en fazla yankı bulduğu zamanların ortak özelliği; hep hayata doğrudan müdahale etme becerisinin gösterilmiş olmasıdır. İnsan hakları kavramını, sol sokmuştur Türkiye’nin gündemine. Darbenin vahşi baskı ve zulüm politikalarına, pratiklerine karşı yükselen mütevazı ses, sokağa çıkan bir avuç yürekli insan, içeride ve dışarıda güçlü bir yankı uyandırmıştır. Bu da gösteriyor ki, hayata dokunan anlamlı bir söz üretmek ve bunu etkili bir şekilde dillendirmek, hegemonya mücadelesinde var olabilmek açısından çok önemlidir. Eğer fiziksel varlığınız büyükse, cüsseniz iri, görünürlüğünüz güçlüyse; sözünüzün ağırlığı da neredeyse kendiliğinden fazla olur. Aksi durumda, sözünüz varlığınızın şartı haline gelir; bedeniniz ancak sözünüzün anlamlı ve etkili olmasıyla gelişebilir. Demek istediğim, fiziksel varlığın zayıf olduğu şartlarda, hayata dokunan anlamlı ve etkili söz, hegemonya mücadelesinde, cürümünüzden fazla yer yakmanızı sağlar; cürümünüzü, yani cüssenizi güçlendirmek için size büyük imkânlar sunar. Oysa sol, 12 Eylül sonrası dönemde, hayatta karşılığı olabilecek, hayatın akışına müdahale edebilecek anlamlı ve etkili söz üretme konusunda çok yetersiz kalmıştır.

 

<<Bu ne gibi sonuçlar doğurdu?

Hegemonya mücadelesinde bir referans haline gelememek, sahayı başkalarına terk etmiş olmak, güvensizlik duygusunu pekiştirir. Bu durumun önemli bir sonucu da, korkudur. Kendiniz bir referans olamamışsanız, kendinize güveniniz yoksa sözünüzü söylerken, duruşunuzu belirlerken hep bir hesap yapmak ve şu tür sorular sormak durumunda kalırsınız: Acaba bu söz, bu duruş kimin işine yarayacaktır? Şimdi ben hangi tarafta görüneceğim? Şu son zamanlarda kendini sol olarak tanımlayan veya solun potansiyel tabanını oluşturan çevrelerdeki değerlendirmelere bakınca, bunu çok açık görebiliyoruz. Bunun başka sonuçları da var kuşkusuz. Mesela, bugün solun potansiyel tabanı olarak sayabileceğimiz geniş bir çevre, siyasal alana hâkim olan iki kutuptan birine doğrudan veya dolaylı bir şekilde eklemlenme durumunda kalmaktadır. Darbeciliğe, otoriter arayışlara, devletçi ve militarist yaklaşımlara karşı olanların küçümsenmeyecek bir kısmı; açıkça veya örtülü olarak, bunlarla sorun yaşıyor gibi gözüken AKP’den medet umar hale gelmiştir. Bu insanları AKP’ye gönülsüzce de olsa sempatiyle bakmaya yönelten şey, AKP’nin çizgisi değil, bu partinin hegemonya mücadelesinde kapladığı kocaman yerdir. Öte yandan, AKP’nin din temelli devlet ve toplum projesi güttüğüne inanan ve bunu yakın tehlike olarak gören insanların yine küçümsenmeyecek bir kısmı, yine gönülsüzce de olsa kurtuluşu ordu eksenli güç merkezinde bulmaktadır. Aynı şekilde, Kürt sorununun yarattığı derin yaraların bir an önce tedavi edilmesini bekleyen çok sayıda insan, sol politika kaygısını bir kenara bırakarak Kürt hareketine eklemlenmeyi tercih etmektedir. Diğer taraftan, Kürt hareketinin kendine güvenini ve Kürtlerin kimlik taleplerini, güvensizlik içinde kıvranan potansiyel sol kitle içinde kendilerine bir tehdit olarak algılayan çok sayıda insan var ve bunlar da, milliyetçi – ulusalcı akımlara yanaşmaktadırlar. Örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela neoliberal politikaların yarattığı yıkıma karşı, devletçiliği ve ulusalcılığı çare olarak kavramak, bir sol alternatif olarak sunulabiliyor. Öte yandan, alternatif söz ve politika üretemeyenler de, neoliberalizmin kader olduğu algısına kapılmaktadırlar.

 

<<Solun koordinatları mı değişmeye başladı?

Bu durum, kavramların da acayip bir şekilde karışmasına neden olmaktadır. Mesela milliyetçilik ve ulusalcılık antiemperyalizm olarak pazarlanabiliyor; otoriter-militarist yönelimler, aydınlanmacılık adına meşrulaştırılmak isteniyor.

 

Ortada sahipsiz duran temel talebin demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. Bugün demokrasiye vurgu yapmak, belli çevrelerde AKP yandaşlığı, liberallik olarak damgalanıyor.

 

<<Bugün solun politika yaparken temel koordinatları ne olmalıdır?

Bu soruyu cevaplayabilmek için bazı ayrımlar yapmak gerekir. Bir “sosyalist devrim”in kapıda olduğuna inanan bir özne, siyasal alandaki pek çok tartışmayı teferruat olarak görebilir. Bugün Türkiye’de şartların böyle bir devrim için elverişli olduğu iddiasının ciddiye alınır bir tarafı yok. O zaman, sol adına politika yaptığını söyleyen her özne, toplumun geniş kesimlerini meşgul eden her sorun karşısında söz ve tutum üretmek zorunda. Ancak bunu yaparken de, sorunları birbirinden kopuk bir şekilde ele almaktan kurtulmak; bütünlüklü bir proje ekseninde hareket etmek gerekiyor. Aksi takdirde sözünüzün ve tutumunuzun bir hükmü olmaz. Şimdi Türkiye’de acil bir demokrasi sorunu olduğunu kabul ederek işe başlamak lazım. Cumhuriyetin “tepeden inmeci otoriter modernleşme projesi”nin en önemli kırılma noktasından geçiyoruz bana göre. Bu kırılma, demokrasi yönünde olabileceği gibi, daha sert ve uzun süreli bir askeri, otoriter tahakküm yönünde de kırılabilir. Darbe tehdidini, Ergenekon’da somutlaşan derin devlet tehlikesini bu nedenle ciddiye almak gerekir. İster biçimsel diyelim, ister burjuva sıfatıyla birlikte telaffuz edelim, demokrasi sorunu Türkiye’nin hayati meselesi olarak ortaya çıkıyor. Ancak bu sorunu sahiplenecek, turalı ve samimi bir talebe dönüştürecek güçlü bir özne yok şu anda. AKP’nin “demokratlığı”nın nasıl bir şey olduğu her geçen gün daha da netleşiyor. AKP; ideolojik dayanakları, tarihsel kökleri, beslendiği damarlar ve temsil ettiği çıkarlar dolayısıyla, Türkiye’de demokrasi talebinin taşıyıcısı olamaz. Sadece otoriter manevraların hedefinde olmak ve bunlara konjoktürel taktiklerle karşı koyar gibi yapmak, demokratlık için asla yeterli olamaz. İşte solun, öncelikle demokrasi talebini taşıyacak güçlü bir toplumsal özne yaratma gibi bir sorunu ve sorumluluğu var. Böyle bir adres yaratılabilse; demokrasiyi çok sınırlı bir çerçevede ve araçsalcı mülahazalarla savunan AKP’nin de, otoriter arayışlardan medet uman kesimlerin de hegemonyasında ciddi çatlaklar oluşacaktır. Solun demokrasi talebi konusunda yararlanabileceği, güçlü tarihsel birikimleri de var. Bunun için, mesela Marx’ın Fransız Devrimi’yle ilgili ünlü üçlemesini yeniden okumak bile yeterli olabilir.

 

Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Prof. EROL KATIRCIOĞLU

 

SOL, MAĞDURLARIN İDEOLOJİSİ DEĞİL MİYDİ?

“Bunca yoksulluk varken!” diyerek başlamak istiyor insan. Bunca yoksulluk varken sol neden bir siyasi güç haline gelemiyor? Sanırım şöyle bir genellemeyle başlamak çok da yanlış olmaz. Sol, genel olarak teoriden giderek toplumu anlamaya çalışıyor. Teoriden gidince de, bırakın biz Türkiye’lilerin teori konularındaki yüzeyselliği ve tembelliğini, teorinin kendisinin de sorunlu olması sol siyaset için önümüzü görmeyi mümkün kılacak bir yol haritasının oluşmasını önlüyor.  Bunun üzerine bir de sol siyasetin gerçek sınıfsal ilişkiler kuramaması da eklenince solda fikirler ve fikir ayrılıkları tek önemli mesele haline geliyor. Bu nedenle de fikirler kişiliklerle özdeşiyor, fikirlerden vazgeçmek sanki kişiliklerden vazgeçmek haline geliyor ve bu da sonuçta kişiler etrafında oluşan guruplaşmalara yol açıyor. Bu analiz doğru mudur bilemem ama bana sanki solun bir zamandan beri yaşadıklarının belirli bir kısmını açıklıyor gibi geliyor.

 

Bu nedenlerle de ben sol siyaseti yeniden düşünürken “teoriden” çok “ahlaktan” yola çıkmayı daha anlamlı buluyorum. Daha anlamlı buluyorum çünkü “sol”un “ahlaki pozisyonunun” teoriden çok daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Solun ahlaki pozisyonunu mağdurlardan yana olmak olarak özetleyebiliriz. Bir diğer deyişle sol ideoloji bir mağdurlar ideolojisidir. Sanayi devrimiyle birlikte kanatlanan kapitalizmin ilk mağdurları “işçiler” olduğundan sol fikirler de işçilerin mağduriyetleri üzerinden gelişmişti. Marx ve Engels’in teorik çabaları işçilerin bir sınıf olarak kapitalizmin yarattığı mağduriyetten nasıl kurtulacakları üzerine olmuştu. Bütün o  “proleterya diktatörlüğü” ve “komunist toplum” kurguları esas olarak işçi sınıfının mağduriyetine son vermek ve mağduriyetlerin olmadığı özgür bir toplumu hayal etmekten başka bir şey değildi. Bu nedenle de, hele hele “ahlakın” hala çok önemli olduğu bir toplumda yaşadığımızı düşünürsek ahlaktan yola çıkmanın sol siyasetin yeniden kurgulanmasında daha anlamlı bir adım olacağı bence açık.

 

Bırakın artık zaman içinde çok gerilerde kalmış işçi sınıfı mücadeleleriyle yumuşatılmış “ulus devlet” formatında “refah devleti” tadında sosyal demokrat siyasetleri. Çünkü kapitalizmin yönetici iradeleri 1980’lerden sonra yeniden bu kez dünya ölçeğinde yeni bir “vahşi kapitalizm”in kapısını açtılar. Bu yeni kapitalizmin, “ulus devlet” şemsiyesine sığmayacak kadar hareketli olması ulus devletin surlarını yumuşattıkça ulus devletin hakim kimlikleri tarafından zoraki sakin yapılmış farklı kimlikteki vatandaşları da kendi kimliklerini talep eder oldular. Bu gelişmelerin malumu ulus devlet çatısı altında yeni mağduriyetler oldu. Bu nedenle de “Bunca yoksulluk varken!” diye sol siyaset yapmak bence artık tarihe karıştı. “Kimliklerinden dolayı bunca aşağılanmışlık varken!” diye bir cümleyi de sol siyasetin bir yerine eklemek gerek. Yani bugünün mağdurları yalnızca işçiler değil, bugün mağdurları aynı zamanda Kürtler, aynı zamanda Aleviler, aynı zamanda gayri müslümler, aynı zamanda kadınlar, aynı zamanda başörtüsü takmak ya da başörtülerini çıkarmak zorunda bırakılmış genç kızlar, aynı zamanda farklı cinsel tercihleri olanlar. Kısacası ulus devletin dayatmacı homejenleştirciliği altında mağdur olanlar. Tüm bu insanlar ve talepleri yeni bir sol siyasetin insanları ve talepleri olmalıdır.

 

Bugün solun karşılaştığı sorunun ne ölçüde büyük olduğunu AKP’nin iktidarda olduğu şu zaman içinde nelere maruz bırakıldığından çıkarabilirsiniz. Sol ve demokrat bir iktidarın başına gelebileceklerin AKP’nin başına gelenlerden hiç de az olmayacağını hayal etmek hiç de zor değil. Bunu söylememin nedeni ise solda siyaset yapanların, yapmak isteyenlerin çok daha sorumlu ve ciddi olmaları gerekliliğine dikkat çekmek. Bu meseleler öyle geçici işbirlikleri, burundan kıl aldırmamalar, öyle küçük olsun bizim olsunlarla olabilecek meseleler değil. Daha yürekli olmak, daha cesur olmak ve tabii daha alçak gönüllü olmak gerek. Bunca yoksulluğa, bunca ezilmişliğe ve bunca horlanmışlığa son verebilmek için..