Tehlike Kapımız Çalınmadan

27 Mayısı, 12 Martı, 12 Eylülü ve 28 Şubatı yaşamış ülkemiz ne yazı ki, 28 Nisan muhtırasına da güçlü ve etkili bir karşı duruş göstermedi. Muhtırayla birlikte “kışlada kalk borusu” çalmış gibi bazı çevre ve kişiler muhtırayı mazur göstermeye yönelik tavır aldılar. Asker yanlısı görünmemek için muhtıraya yarım ağız karşı çıkarak, hükümetin yanlış politikalarıyla bu durum eşitliyorlar. Yıllardır hükümetin neoliberal, muhafazakâr, gerici politikalarına karşı mücadele “demokrasinin” ırzına geçilme teşebbüsü karşısında ikircikli kalarak Kemalizm’den beslenen geleneklerinden kurutulamadılar. Sanki 27 Mayıs sonrası süreç hiç yaşanmamış gibi utangaç bir tarzda sungu ucuyla siyasete, parlamenter yönetime ve hukuka balans ayarı yapılmasına bahaneler üretiyorlar. Bu tutum niyetlerden bağımsız olarak, muhtıraya yol vermek sonucunu doğurduğunun farkından olmamak, demokratik yapının zayıf olmasının toplumsal zemini oluşturmaktadır.

 

Anayasa Mahkemesine müdahale

28 Nisan muhtırası sonrası yaşananlar Türkiye’nin neden demokratik geleneklerin güçlü bir biçimde gelişmediğini bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Belki de, gece yarısı gerçekleşen bu muhtıraya ( yapılış biçimi ve zamanlaması dolayısıyla)  post modern muhtıra demek daha doğru olacak. Hükümete yönelik olduğu çok açık olan muhtıranın Anayasa Mahkemesinin muhtemel kararına karşı da güçlü bir uyarıyı amaçladığı açıktır. 30 Nisan 2007 Pazartesi günü CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yaptığı basın toplantısında Anayasa Mahkemesinin kararını âdete dikta ettirir tarzda konuşabilme cesaretini de hiç kuşku yok ki, muhtıradan almıştır. Anlaşılan o ki, bazıları için hukuk, demokrasi, anayasa, yasa gibi şeylerin bağlayıcılığı buraya kadarmış. Artık Anayasa Mahkemesi daha fazla tartışmalı bir konuma sürüklenmiştir. Bu karar sonrası mevcut yasal çerçeve içersinde Cumhurbaşkanı seçimlerini kazasız, belasız yapma şansı kalmamıştır. Kısa süre içersinde Cumhurbaşkanı seçimlerine ilişkin yeni bir düzenleme kaçınılmazdır.

Muhtıraya hayır dememenin utancı içinde olanlar veya bu konuda hala tereddüt edenler bir tür Anayasa Mahkemesinin CHP’nin başvurusunu kabul etmesini büyük bir heyecan ile beklediler. Bu durum da hukuk ve yargının sorunlarının daha çok tartışılmaya ihtiyaç olduğu göstermektedir. Bu açıdan Anayasa Mahkemesi tartışılmaz olmaktan çıkmıştır.

 

Seçim çözüm değil!

Muhtıra sonrası işveren örgütleri ve parlamento içi muhalefet hemen seçim kararı alınmasını istediler. Hükümette buna rıza göstermek zorunda bırakılmıştır. Seçimlere bu sınırlıkta yaklaşanlar teorik olarak yarattıkları krizin seçimler sonrasında da sürmesini göz almaktalar. Toplumun iki ana aks üzerinden kutuplaştırılması ve mevcut seçim sistemiyle yapılacak seçimlerden krizi aşmada işlevli olabilecek bir sonuç elde etmek imkânı neredeyse yok gözükmektedir. Aksine hükümetin güçlenerek çıkma ihtimali oldukça yüksektir. Tayip Erdoğan’ın mazlum konumda katılacağı bir seçimde, sungu ucuyla CHP ya da başka bir merkez partisine itilmek istenen seçmenin tepki oyları yaratması bugün hükümet partisine tavan yaptırma olasılığı vardır. Seçimde adaletsizlik üzerine kurulu mevcut seçim ve siyasi partiler sisteminde değişiklik yapmadan yapılacak seçim, krizin aşılmasına katkı sunmayacak, aksine Cumhurbaşkanlığı krizi bir biçimde aşılmış olsa bile, seçim sistemin yarattığı temsilde adaletsizliği derinleştirecek ve başka konular etrafında yeni krizlerin ortaya çıkmasına yol açacaktır.

Temsilde adaletsizliğin kaynağı olan 12 Eylül sistemiyle kökten kopuşun sağlanması öncelikli sorun olmalıdır. Seçim barajı indirilmeden seçim kararı almak yanlışta ısrar etmektir. Bu nedenle krize merhem ancak barajların düşürülmesiyle yapılacak demokratik seçimler olabilir. Bu nedenle sorun seçim yapmakla sınırlı değildir. Yeni bir seçim ve siyasi partiler yasası ile seçim yapma iradesinin gösterilmesi, buna uygun bir anayasa değişikliğinin hızla yapılması sorunudur.

 

Gelecek için ve geçmişle yüzleşmek

Muhtıra sonrası alınan politik tavırlar demokratik ve özgürlükçü sol güçlerin yaşadığı krizi ve politik tıkanıklığı da göstermiştir. Solun ana gövdesi Kemalizm’den beslenerek, 27 Mayıs’ta edindiği alışkanlığı sürdürme eğiliminin hala güçlü olduğu görülmüştür. Bu tutum Türkiye’de solun geniş kitlelerce statükocu olarak görülmesinin en açık nedenlerinden biridir.   Parlamenter sistemin yönetimsel etkisini ve belirleyiciliğini kırma çabalarına karşı toplumun ön kabulleri ve eğilimlerini ileri sürerek, evrensel bir normu savunmayı göz ardı etmektedir. “Laiklik ve cumhuriyet” savunusu gibi oldukça tartışmalı konuları kapsayan bu ön kabulleri değiştirmeyi amaçlamayan solun özgürlükçü ve demokratik olabilmesi ise zaten mümkün değildir. Bu nedenle solun bir kesiminde var olan halkın duyarlığını anlama bahanesi anlaşılabilir değildir. Kaldı ki, sözü edilen duyarlık ve değerlerin yanı sıra toplumun başkaca değer ve duyarlıklarla hareket ederek, hukukun ve demokrasinin asgari normları heder etmesine göz yummak ya da göze almak esasında “gerici” bir siyasal tutumdur. Bütün bu konularda özgürlükçü solun önemli bir kesimin tutumuyla TÜSİAD gibi işveren örgütlerin tutumunda bir fark olmaması önemli bir durumdur.

 

Hepimiz Türk’üz, Güçlüyüz!

Bu açıda krizin oluşmasında ve derinleşmesinde önemli bir işlev gören 14- 29 Nisan mitinglerini organize eden güçlerin,  politik gerekçelerine ve krizi aşma perspektiflerine karşı konumlanışa sahip olmadan veya bu mitinglere damgasını vuran talep ve politik ruhtan kopuşa cesaret etmeden özgürlükçü, demokratik solu inşa edebilmek mümkün olmayacaktır. Özellikle Çağlayan mitinginden sıkça atılan ama ne hikmetse görülmezden gelinen “Hepimiz Türk’üz, güçlüyüz, Atatürkçüyüz “ sloganı ile muhtırada yer alan “Atatürk’ün ne mutlu Türküm diyen anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyetin düşmanıdır ve öyle kalacak” cümlesinde ifadesini bulan ırkçı milliyetçi yaklaşımla hesaplaşmayı ve ayrışmayı göze almayan “sol” sol olamaz.  Gerek bu sloganın atılması gerekse de muhtıra da bu cümlenin yer alma ihtiyacı, son dönemde yapılan alt kimlik üst kimlik tartışmalarına ve Kürtlerin ve diğer azınlıkların etnik kimliklerinden kaynaklan hak taleplerinin daha güçlü dile getirilmesine karşı pozisyon belirlemektir. Aslında bu ayırımcı anlayış,  Türkiye’de bölücü bir işlev görerek coğrafi olmayan bölünmeye yol açmaktadır.  Özgürlükçü sol, etnik ya da dinsel kimlik haklarla sınırlı olmayan bir demokrasi anlayışını geliştirmeyi amaçlarken, aynı zamanda bu hakların kullanılabilir olmasını da savunmak durumundadır. Bu ayrımcı politikalara karşı birarada yaşamı savunmayı kendine ilke edinmelidir.

Mevcut krizin aşılması aşamasına gelindiğinde, solda kendi rotasını oluşturmuş olacak. Bu krizden solun özgürlükçü ve demokratik çıkabilmesi için demokrasiyi kendisi için istemediği cümle âleme göstermesi gerekir. Demokrasiyi sadece kendisi için değil her kes için istediğini ya da sungunun kendi kapımıza dayanmadan askerin siyaset üzerindeki vesayetine karşı duruşunu içinde amasız bir biçimde muhtıraya hayır, sözde değil, özde demokrasi isteğini güçlü ve etkin bir biçimde ortaya koyabilmelidir. Sol, 12 Eylül’ün siyaset yasaklarının bir kısmı olan yasaklarının kaldırılması referandumda demokrasi konusunda sınıfta kalmıştı. Şimdi zaman geçmedi, sol bu şansı değerlendirebilir, Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve bir dizi sorununun anahtarı olan asker sorununda militarist olmayan bir yolu benimseyebilir. Böylece kendi geçmişiyle de yüzleşme cesaretini göstermiş olur. Solun geleceği tamda buradadır.

7 Mayıs 2007

Gündem Gazetesi