25.04.2007 Yeni Şafak
Sol, Çankaya’yı asker ve sivil bürokrasinin ülke yönetimine çeki düzen verdiği bir sırça köşk olarak gören değil, kapılarını bütün toplumsal örgütlere, kesimlere ve vatandaşa açan birinin seçilmesi savunmalıdır
Cumhurbaşkanı tartışması 2 yıl önce ‘bu Meclis Cumhurbaşkanı seçmemeli, erken seçim gidilmeli ve yeni oluşan Meclis seçmeli’ biçiminde başladı. Bu tartışmanın başını çeken anamuhalefet partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, yapılacak erken seçimlerde daha fazla milletvekili çıkaramayacağını ya da CHP’nın milletvekili sayısında azalma olacağını görmüş olacak ki bu tartışmayı kapattı. Zaten AK Parti de erken seçime gitmeme konusunda kararlı davrandı.
Uzun zamandır tartışılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuna yaklaştık. Artık adaylar da belli olmaya başladı. Ancak bugüne kadar süren tartışma, ‘kim olmasın, olmamalıdır’, ‘kim seçilmemelidir’ ve Başbakan olmuş birine “sen cumhurbaşkanı olmamalısın, olamazsın” dayatması üzerinden oldu.
TBMM yapısındaki temsilde adaletin sağlanamamasına yol açan siyasi partiler ve seçim yasasının değiştirilmemesi konusunda AK Parti ile mutabık olan CHP’nin Meclis yapısını gerekçe gösterek erken seçim istemesinin inandırıcı bir gerekçesi de yoktu.
SORUN REJİMİN SAHİPLERİ Mİ?
AK Parti’nin hükümet olması ve Meclis’te çoğunluğu elde etmesiyle başlayan bu tartışmaları yürütenler işin başından itibaren demokratik ve hukusal zeminler dışında, AK Parti’yi engelleme çabalarına girdiler. Emekli komutanlar, CHP ve bir kısım kemalist çevreler, 2003 yılından itibaren üniversitelerde, bazı rektör ve dekanların önayak olmalarıyla “Çankaya’nın tepesini koruma” hareketatı başlattılar. Ancak neredeyse 4 yıl süre bu çalışmalarına STK, toplumdan bekledikleri desteği göremeyen, kendilerini “devletin sahibi olarak” görenler toplumsal gerilimi artırma ve Çankaya’da “kriz” çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar. En son YÖK Rektörler Komitesi’nin, etik ve hukuk dışı siyasi tutum takınmasına tanıklık ettik. Üniversitelerin demokratik, özerk ve bilimsel eğitim ve öğretim yapması için tek bir şey yapmayan rektörler, uzlaşmadan, toplumsal gerilimi artırmamak gibi sözleri ağızlarına layık gördüler.
TBMM’de görüşmenin başlaması için 367 milletvekilinin mi, 184 milletvekilinin mi hazır bulunması gerektiğini tartışarak gerilime devam edenler, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı seçiminin yapıldığı sırada TBMM salonunu terk ettiler. Özal’ın Çankaya’da oturmasını içlerine sindiremediler. Ama bugün yaptıkları gibi, rejimin bu tartışma ve gerilimde daha demokrataik bir açılım ile çıkmasına engel olmaya devam etmekteler. Özal’dan sonra Süleyman Demirel’i Çankaya’nın tepesine çıkaranlar, bunu içinde oldukları koalisyon için içlerine sindirdiler.
Tartışmanın özü “demokratik, laik bir sosyal hukuk devleti” olduğu söylenen rejimin çapıyla ilgilidir. Esasen cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili “istemezük cephesinin” dili ve üslubu rejimin niteliğini ve yönetim zihniyetini ele veriyor. Bu tartışmada Deniz Baykal, Hüsamettin Cindoruk ile Süleyman Demirel’in aynı yaklaşım göstermeleri ve aynı yerde duruyor olmaları çok açık gösteriyor olsa gerek.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, uzlaş çağrısı yapanlar aslında uzlaşmaktan ne anladıklarını da zimmen sergilemekteler. CHP’nin uzlaşmaktan anladığı Cumhurbaşkanı’nı kendilerinin belirlemesidir. Parti içinde uzlaşma kültürü sahip olmayan CHP’nin, parlamento dışında kalmış seçmenin yüzde 40’ının ve kendi etkisi dışındaki STK kapsaması gibi bir sorunu olduğu gösterir en küçük emareye rastlamak mümkün değildir. Aksine Baykal, Erdoğan “Çankaya’ya çıkmamalı, çıkamaz” gibi sözcükleri bilinçli olarak kullanarak birtakım “zinde” güçlerin bunu engelleyeceği ya da böylesi bir durumda harekete gececeği imasıyla, tehdit savurmaktadır. Zinde güçleri kışkırtmakta ve tahrik etmektedir.
Baykal’ın bu çağırılarının, kışkırtmalarının hiçbir karşılığı olmadığı bilenen bir gerçek. Çünkü yüzünü AB dönmüş bir Türkiye’nin artık 12 Mart, 12 Eylül hatta 28 Şubat benzeri süreçleri yaşaması ihtimal dışıdır. Baykal’ın bu yaklaşımının demokrasi ile evrensel sol değerlerle en küçük bir ortaklığı yoktur. Deniz Baykal Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilmesini sağlarken aklı neredeydi? En azından Cumhurbaşkanlığı tartışmasına dahil olmadan bunu açıklaması gerekmektedir. Bunların yanısıra bölgenin siyasi konjonktürde böylesi bir şeye elvermediği bilinmesine rağmen Çankaya geriliminin tırmandırılması ve toplumsallaştırılmasının altında, rejimi sıkıştırmaya başlamış olan ülkenin temel sorunlarının çözümünde tarafların, etkin güç olma kavgası yatmaktadır.
DEMOKRAT VE ADALETLİ
Son birkaç yılda yaşananlar şöyle bir göz attığımızda bu sorunlar etrafındaki saflaşmanın aynısının Cumhurbaşkanlığı tartışmasında olduğunu görmek mümkün. Kürt sorunu, ordunun siyasetteki ve sosyal yaşamdaki yeri, Kıbrıs, azınlıklar, 301 ve laiklik tartışmaları bunun en güzel göstergesidir. Yani bu kavga anti-demokratik seçim yasasına yaslanarak parlamentoda çoğunluğu elde etmiş olan AK Parti’nin, statükoyu değiştirme ve ‘rejimi aşındırma’ potansiyelini törpüleme ve bu anlamda AK Parti’yi hızaya getirme kavgasıdır. Peki bu konularda statükonun değişmesi ya da rejimin oturduğu zeminde, özgürlükçü ve sivil iradeyi öne çıkaran bir aşınmanın toplumun alt kesimleri, dışlananlar, ezilenler için mevcuttan daha hayırlı değil midir?
AK Parti anlaşılan bu gerilimden güçlenerek çıkmayı hesaplıyor. Aksi takdirde Başbakan’ın adaylığı veya kimin aday olacağı konusunu son güne bırakmasının başkaca bir izahı zordur. Demokratik normları anayasal ve yasal çerceveye sıkıştırarak sorunu çözme yönetimi, kendini koruma güdüsünden daha çok çarpık/alaturka demokrasi anlayışının bir ürünüdür. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde yurttaşlarından böylesine kaçırılarak demokratik teamül geliştiren veya koruyan bir tek ülke yoktur. Demokrasi “oldu bitiyle, yetki bende ben karar veririm” yaklaşımıyla hayat bulmaz. Demokrasinin en önemli kuralı saydamlıktır. Saydam olmayan atınlan her adım kuşkuya, kaygıya kapı aralar, güvensizliği güçlendirir.
Solu anlamlı kılan da tam da burada ortaya çıkıyor. Değişimden yana olmayı tercih edip, edememek. Başka bir boyut da solu sol yapan değerlerin başında gelen sosyal adalet konuları etrafında bu tartışmada yer kaplayamamak, tartışmaya bu zeminde dahil olamamaktır. Sol açısından toplumsal gerilimi anlamlı kılacak olan bu iki değerdir, değişim/demokratikleşme ve sosyal adalettir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde solun tutması gereken pozisyon, herşeyden önce kendisini kemalist elitlerden ve CHP çizgisinden ayrıştırmak, mevcut Anayasa ve yasalar değiştirilmediği sürece 11. Cumhurbaşkanı’nın TBMM tarafından hükümet çoğunluğunun oylarıyla seçilebileceği söylemektir. Ancak solun Türkiye’nin çok dilli, çok kültürlü, gerçeğini benimsemiş, ayrımcı olmayan, sosyal adaleten ve haklardan yana toplumsal diyaloga bütün boyutlarıyla açık, Çankaya’yı asker ve sivil bürokrasinin ülke yönetimine çeki düzen verdiği bir sırca köşk olarak gören değil, kapılarını bütün toplumsal örgütlere, kesimlere ve tüm yurttaşlara engelsiz açan birinin seçilmesini savunmak olmalıdır.
* ÖDP Genel Merkez Yöneticisi