BİRGÜN Gazetesi 10 Temmuz 2006
Son dönemde toplumsal parçalanma, ayrışma ve kopuşun değişik boyutlarına dikkat çeken, pek çok yazı yazıldı. Birçoğundan “sessiz bir çığlık” yükseldi. Toplum olarak sözü edilen tehlikenin ve dikkat çekilen sorunların ulaştığı boyutun ne derece idraki içindeyiz, kuşkuluyum. Çünkü dikkat çekilen tehlikenin ortadan kaldırılması, savuşturulması için etkin bir müdahalede bulunamadığımız gibi, aksine, kopuşu derinleştiren politikalar karşısında derin sessizlik korunmakta.
AKP hükümeti tarafından yürürlüğe konulan TMY’nın doğuracağı sonuçları bunca deneye rağmen toplum olarak göremiyoruz. Demokratik zeminlerde Kürtlerin haklarını savunan, temsil etmeye çalışan yerel yöneticileri, siyasetçileri dışlamaya, tecrit etmeye ve etkisizleştirmeye dönük politikaların; DTP kongresi sonrası medyanın estirdiği havanın ve Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında açılan davaların, Kürt yurttaşlarda açtığı ve her gün kapanması zorlaşmakta olan derin yaraları izlemeye devam etmekteyiz.
Kronikleşen sorunların demokratik çözümü üzerine kafa yormak yerine,
Kürt siyasetçilerin politik yaşamlarını, tutumlarını didikleyerek çaresizliğe mazeret bulmaya çalışılmakta. Böyle davranıyor olmak kopuş sürecini hızlandırıyor. Kürt yurttaşların umutlarını daha da azaltıyor. Yılların birikimi olan güven sorununu daha da derinleştiriyor. Bütün bunlar birarada yaşam isteğini kıran/törpüleyen sonuçlar doğurduğu gibi, Kürt sorununda çözümsüzlüğü, çatışmayı ve demokratikleşememeyi derinleştiren sonuçlar üretiyor.
Bizim, yani Kürt olmayanların yapması gereken, “Artık yeter, sabrımız taşmak üzere, Kürtler Kuzey Irak’a gitsin” diyenlere inat, Kürt yurttaşların güvensizlik duygusunu ortadan kaldıracak tutum ve
davranışları geliştirmek, onların birarada yaşama isteklerini
güçlendirmek, geriye doğru çekmekte oldukları ellerine sımsıkı
sarılmaktır. Hrant Dink’in söylediği gibi, “Kürt yurttaşların uçuruma doğru koşmalarını engelleyecek” olan bizim tutumumuz olacaktır.
Aysel Tuğluk’un konuşmasında duyulmayanlar
Bu açıdan iki konuda izlenen tutuma değinmek istiyorum. Birincisi, DTP Kongresinde Eşbaşakan Aysel Tuğluk’un yaptığı konuşma. Konuşmayı çarpıtarak kamuoyuna aktaran basın yayın organlarının sorumluları,
azgın Türkçülerin, linççilerin, Kerinçsizlerin saldırgan tutumlarının kültürel ve sosyal altyapısının oluşmasına katkıda bulunmanın sorumluluğunu taşıyor. Medyadaki bu saldırı dalgasına karşı hiç kimseden ses çıkmamasını nasıl açıklamak gerekir, bilemiyorum.
Aysel Tuğluk’un konuşmasında, içinden geçtiğimiz döneme dair çok
önemli vurgular içeren bölümleri görmemek veya gizlemek insanı egemen siyasetin parçası haline getirir.
“…Belirtmeliyiz ki, “bölünme”, “ayrılma”, “ayrı devlet olma” söylemleri bir karşı propagandadır ve Kürtlerin Türkiye toplumuyla buluşmasını, kader birliği yapmasını engelleme amaçlıdır.” “…Kürtler; ülke bütünlüğü içinde özgür ve eşit yurttaşlar olarak yaşamak, kendi değerleriyle, hak ve özgürlükleriyle kardeşleşmek istiyor.” “…Bu ülkede, birarada yaşamanın imkânlarını geliştirmek ve yaratmak zorundayız. Partimizin temel ödevlerinden biri de budur. Köyü yakılanlar, eşi, oğlu, kızı, babası hala kayıp olanlar, büyük kentin varoşlarında her türlü istismara açık bir yaşam sürdürenler ve dışlananlar, sürülenler, sürülmüşler, iş ve ekmek bulamayanlar, yani savaş mağdurlarımız, yani acıların gerçek sahipleri, söz alıp konuştuklarında, ayrılığı, kin ve nefreti ifade eden bir tek söz çıkmıyor ağızlarından.”
Aysel Tuğluk’un bu sözlerinin bazı solcularımızın da kulaklarına küpe olması gerekir. ‘Birarada Yaşamı Savunalım’ çağrısı karşısında, ‘bizim görevimiz Kürtleri desteklemek’ ya da ‘Kürtler olmadan, kendi kendimize birarada yaşamı savunmanın ne karşılığı olur’, diye düşünen bol miktarda solcunun varlığı bir gerçek.
ÖDP’yi işin başında tek başına harekete geçmeye iten faktörlerden biri de solcularımızın bu tutumu oldu. Sorunu “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ilkesine indirgeyen yaklaşımlar, olup biteni ve yapılmak isteneni anlamamaktalar. Onlar dünyaya başka zaviyeden bakmaktalar. Artık sorunlara solun geleneksel siyaset anlayışı ve tarzı ile yaklaşmanın, solu sol olmaktan çıkardığını düşündüğümüz içindir ki, bazı solcularımızın anlamakta zorluk çektiği yöntem ve siyaset ile başka türlü bir şey yapmaya yöneldik.
BİRARADA, BAŞKA TÜRLÜ BİR YAŞAM
Toplumu parçalayan, ayrıştıran politikaların destekleyicisi,
onaylayıcı ve uygulayıcısı konumundan çıkması gereken kendini Kürt
olarak tanımlamayan kesimlerdir. Öncelikli olarak Türk
milliyetçiliğinin, şovenizmin etkisiz hale getirilmesi gerektiği için ‘Birarada Yaşamı Savunma’ iradesinin açığa çıkarılması gereken
kesimler de bu kesimler olsa gerek. Kürt hareketinin ana gövdesi son
dönemde bütün eksik ve yanlışlarına rağmen birarada yaşamın olanaklarını zorlaştıran politikalar karşısında, en azından şimdilik, birarada yaşamı savunmaya çalışmaktadır. Bu nedenledir ki, Kürt hareketi ile ortaklaşa birarada yaşamı savunma çağrısı başlangıç acısından doğru bir yöntem olmazdı. Çağrının sol siyasette özgün yere sahip ÖDP gibi siyasal bir güçten geliyor olması onu güçlü kılan en önemli faktör oldu. Siyasal çizgisi ve çalışma tarzı ile uyumlu olmayan bir çağrı olsaydı, bu derece destek görmezdi. Ancak kampanyanın bugüne geldiği gibi bundan sonra yürüme şansı yoktur. En azından daha etkili ve daha kapsamlı bir yürüyüşün nasıl olacağını bu fikri veya çağrıyı benimseyenlerle tartışmak ve ortak bir yol haritası oluşturmak gerekmektedir. Bu yol haritası aynı zamanda yeni solun adımları olacaktır.
Baştaki söze geri dönecek olursak, birarada yaşamı geliştirmenin
imkanlarını zedeleyen, olanaksızlaştıran siyaset anlayışının karşısına, gündelik yaşamımızı değiştirmeye başlayarak oluşturduğumuz irade ile barışı, özgürlüğü, eşitliği geliştirme ve savunma şansını yakalayabiliriz. Bunu yapmaya cesaret etmeden, başkalarının hayatları üzerine edeceğimiz lâfın, lâf-ı güzaftan öte bir anlamı olamayacaktır. Adalet Ağaoğlu’nun ifadesi ile “bu ana tanıklık etmek istiyorsak”, anı değerlendirmeliyiz.